üniversiteyi bitirdikten hemen sonra, rahat ve konforlu yaşamını terk ederek doğaya meydan okumak ve özgürce yaşamak için tee amerikalardan tee alaskalara dogru yollara düşen Christopher'ın gerçek hikayesinin anlatıldığı, filmi izleyen herkesin mi bilmem ama en azından benim düşüncelere dalmama sebep olan, hadi filmi geçtik diyelim, -eddie vedder'ın emeğine sağlık, +rep - her gün defalarca dinlediğim ve sıkılmadığım süper bir soundtrack'e sahip, ''ölmeden önce izlenmesi gereken filmler'' gibi bir sınıflandırma ismi hoşuma gitmese de o kelimelerle ifade edilebilecek bir önem seviyesine sahip olduğunu düşündüğüm bir filım ''into the wild''.
esasen benim söyleyeceklerim filmle ilgili şeyler değildi. ''teşbihte hata olmaz'' diyerek bu başlığı kullandım ve bu başlığı kullandığım için de telif hakları kapsamında - ki sanmıyorum 2 satır yazdım diye yırtmış olayım - filmden kısaca bahsetmek istedim.
benim ''into the wild''ımın konusu; stajını bitirdikten hemen sonra rahat ve konforlu pansiyon odasını terk ederek istanbul'a meydan okumak ve vahşice yaşamak için manisa'dan dönen memre'nin gerçek hikayesidir.
manisa alınmasın ama istanbul'dan sonra her yer küçük şehir bana. ve eğer küçük şehrin cazibesi varsa, bence çok cazip.
şehrin en dışından en merkezine 10 dk'da gidebilmek bence çok şeker. hele istanbul gibi 10 merkezli bir şehirde yaşayan ve bu merkezler arası ulaşım min. yarım saat süren bir birey için tam anlamıyla; bittikten sonra içinden sakız çıkan şeker gibi bi şeker.
haftasonları izmir'e gittim mesela, manisa'daki pansiyondan çıkıp izmir bornova'da inmem 40 dk falan. bu süre allahın her iş günüsü bindiğim metrobüsün zincirlikuyu - avcılar arasını katetme süresinden 2-3 dk az. birinde manisa'dan izmir'e gidip şehir değiştirirken, metrobüsle sadece aynı şehirdeki okuluma gidiorum. şükürler olsun ki şehir dışında bir üniversite kazanmamışım..
ulaşımın süresi bir yana içeriği de bi ayrı şeker. manisa'da ulaşımı dolmuşa bağlamışlar, her yere girip çıkıyo köftehorlar. tek kötü yanı 3 metre de gitsen, bütün kenti tavaf da etsen aynı parayı veriosun. tabii mesela bir istanbul'lu olarak bunu kabullenmem de uzun sürdü. aynı parayı verdiğimi fark etmeden her seferinde ineceğim durağı söylerek uzattım parayı, başka yolcular '' şunu uzatır mısınız'' dediğinde onlara da sordum ''neresi?'' diye ''ben manisa'lı değilim'' şeklinde bağırırcasına. allahtan hepsi şeker insanlar da ''sana ne lan'' demediler..
bu ''manisa'lı değilim'' olgusu benim kafamda da mevcut tabii. mesela dolmuşun bütün oturma kapasitesi doluor, ben kendimi o dolmuşa ait hissetmediğimden, ''ulen bi dahaki durakta binen olursa ayakta kalacaz iyi mi, manisa'da bile ayakta gitcen rezilliğe bak..'' düşüncelerine sahip olmaya başlıyorkene, hop bi sonraki durakta dolmuşun yarısı iniyor, binenler oluyor ama ayakta kimse kalmıyor. ve bence mucizelerin en büyüğü gerçekleşiyor. yine bir metrobüs talihlisi olarak istanbul'da yapmadığım tilkilik, yemediğim nane kalmadı çünkisi. omuz çıkarmalar, itmeler, kapıyı elle engellemeler falan binerken yaptığım ayılıklar, bi de seyahat halinde yaptığım; uyuma numaları, ''ayağım ağrıyo çok fena'' taklitleri, ''kitap okuyodum, görmemişim'' sinsilikleri var ki, bu yollara başvurmadan oturarak gitmek bence, bittikten sonra içinden sakız değil çikolata çıkan bir şeker gibi şeker, daha bi güzel.
ulaşım bi yana asıl olay insanlıkta. belki de ilk defa ''vahşi doğada hayatta kalmaya çalışan bir memeli hayvan gibi değil de bir insan gibi'' hissettim oralarda. ilk görüşte gözler birbirine aşina oluyor zaten, ikinci görüşten itibaren de ''günaydın'', ''iyi akşamlar'', ''nettin'' gibi temel iletişim cümlelerinin kullanımı başlıyor. böyle arkadaşlarımız var anlatan, yok efendim almanya'nın şu kentinde kaldım, işte herkes birbirine ''günaydın'' diyo, yok yok ''guten morgen'' diyo hohohohohhoho, yok azizim ispanya'nın şu semtinde herkes birbirine sarılıyo falan..manisa'da da oluyomuş işte, muhtemelen de istabul'dan başka her yerde de oluodur yani..
bi de şöyle bi'şey oldu bi gece: ortalama bir günde; pansiyondaki müdürlerle selamlaşıyorum, işe gitmek için bindiğim servisin şöförüyle selamlaşıyorum, o servisi beklerken diğer bekleyicilerle selamlaşıyorum, işe gidiyorum 100 tane adamla, bazen aynı adamlarla mesai boyunca 100 kere daha selamlaşıyorum, işten dönerkenki diğer servis şöförüyle, marketin kasiyeriyle selamlaşıyorum, kısaca uçan kuşa selam veriyorum. bunun sonucunda manisa'daki 4. gecede beynim iflas etti. gece yattım, tam uykuya dalmak üzereyim, rüya gibi de değil de halüsinasyon gibi, çünkü tam uyku modunda değilim, ''halüsinasyonum''da birine selam verdiğimi gördüm ve selam vermek için başımı yukarı aşağı salladım yattığım yerde. bunun akabinde de dehşet içerisinde yataktan zıpladım. gerçekten korkmuştum. alışık değil bünye, yapacak bi'şey yok.
neyse efendim bu yazı uzayıp gidecek, 2 gram okuma hevesiniz varsa o da kaçacak, o nedenle kendime ''özet geç piç'' diyorum ( inci'ciler kızmasın) ve toparlıyorum; kesinlikle manisa, istanbul ile kıyaslandığında ''looney tunes'' veya teletabilerin o dünyasından farksız geldi bana. inanılmaz dostane yaklaşımlar, yaşanan ilginç dialoglar, tabii ki benim bahtsızlığımın da payı olan sıradışı olaylar ve'sairesi. bu nedenle tekrar istanbul'a alışmak ve burada hayatta kalmaya çalışmak gözümü korkutuyor.
manisa'ya gittim diye hacı olmadım ama değişik bir sosyal paylaşım gördüğüm ve farklı tecrübeler kazandığım aşikar.
bu kazandığım tecrübeler ışığında, istanbula da otobüsle gelmiş olmama rağmen sembolik olarak haydarpaşa'ya gitmeyi ve '' güçlendim ve seni yenmeye döndüm istanbul'' diye bağırmayı düşünüyorum. ne var ki istanbul'un da bana '' o laflar boy boy..'' dediğini duyar gibiyim..