12 Ekim 2010 Salı

inception.

bobiler'de inception ile ilgili çalışmalar.. uykusuz & penguen'de inception şakaları, espirileri.. takip ettiğim çeşitli bloglarda ilgili yazılar.. herkes inception'la ilgili bi'şeyler söylüyor. ben de bi'şeyler söylemek istedim.

öncelikle şunu belirtmeliyim ki ben filmi beğenmedim. daha doğrusu beğenemedim. çünkü izlemedim. onun da daha doğrusu izleyemedim. ben filmi kesinlikle izlemek istiyorum ancak bir mistik güç mü diyeyim, bir enerji mi diyeyim, bi'şey benim bu filmi izlememi engelleyip duruyor.

6 ağustos 2010 falandı yanılmıyorsam film vizyona girdiğinde. ben de o tarihlerde manisa'da stajdaydım. izmir'deki arkdşlarıma teklif etmemle başladı her şey. onun da daha doğrusu onların '' ama biz şimdi bilet aldık, o filme giriyoruz zaten. keşke 10 dk önce arasaydın..'' demeleriyle başladı. o günden beri de bi'şekilde olmadı. en az 15 kişiye teklif ettim. yarısı '' ben ona gittim zaten yaaaa ama güzel film, git sen de'' dedi, bi kısmısı '' bu ara çok yoğunum kusura bakma'' dedi, geri kalan azınlık da önce ''tamam'' dedi sonra bi aksilik çıktı gidilemedi. bi ara isyanım geldi ''ulan kendim gideyim, alırım popcorn'umu da haşır huşur yiye yiye izlerim'' dedim ancak onu da yapmadım. kaldı öyle..

işin ilginç yanı da, başka bir mistik güç veya enerji de filmle ilgili ''spoiler'' almamı engelliyor. yani 2 ay oldu. bi sürü şaka, espiri, yazı, photoshop çalışması falan gördüm, sadece filmin tanıtımında olan kadar bilgi sahibiyim filmle ilgili. onu da anlamış değilim.

acaba diyorum; bu filmde benim görmemem gereken bi'şeyler mi var? filmi izlesem kötü şeyler mi olacak, başıma işler mi gelecek yoğusam bana bi'şeyler olacak da ben mi insanlara kötü şeyler yapacam? merak ediyorum. 

hem filmi izleyip, hem bu yazıyı okuyan, hem de birebirde beni tanıyan arkadaşlarım acaba bana yardımcı olabilirler mi? şöyle bir filmi hatırlayıp, gözden geçirip sorularıma cevap bulabilirler mi? şimdiden teşekkür ederim.

11 Ekim 2010 Pazartesi

toplu taşınma fobisi.

bi önceki söylemimde de belirttiğim gibi haftasonu eskişehir'e gittim ve de ulaşımımı demiryolu ile sağladım. bu tren yolculukları bi'şeyi fark etmeme neden oldu: toplu taşıma bende travmaya sebep olmuş!

dönüş yolculuğunda zaten fosur fosur uyuduğum için herhangi bir sorun olmadı ancak gidişte gerçekten gerilim dolu anlar yaşadım. trenin her yolcu alışında, kalkıp yer vermek durumunda hissettim kendimi. her seferinde biletli yolcu olduğumu, yolculuk boyunca o koltuğun bana ait olduğunu - paranın gücü - yok sayarak, allah'ım n'olur yaşlı kimseler trene binmesin diye içimden geçirdim. ne zaman da hürmet göstereceğim yaşı geçmiş biri bindi trene, benim bünyede strese bağlı bi titreme oldu. kalkıp yer vermek üzere bilinçaltımdan defalarca komut geldi. allah'tan atik değilim de bilinçaltımın komutlarını anında yerine getirmedim. ölçüp biçmeye, ''ulen biletim var, bu koltuk benim'' diyebilmeye vaktim oldu da yerimden kalkıp rezil olmadım.

ama şunu da söylemeliyim ki bir seferinde; takımı atak yaparken saha kenarında havaya tekme sallayan, empati kurarak oyuncusunun ayağındaki topa kendisi vurmak üzere hamle yapan Yılmaz Vural gibi, benim bünye de bi hareket yaptı. kıçım koltuktan bi 1.5 cm kadar yükseldi, sonra kendimi tuttum ve oturdum. sanıyorum iskelet sistemimin de kendine ait bir bilinçaltı var. bilemedim.

sanıyorum benim bir tedaviye ihtiyacım var. yoksa gün gelecek, kendi arabamla kırmızı ışıkta beklerken, yaya geçidinden geçen bir büyüğüme anahtarları verecem, al abim geç sen otur diyecem..

eskişehir.

haftasonu eskişehir'de idim. n'apsam, n'etsem de bi hava değişikliği olsa diye düşünürkene doğum yerim eskişehir'e gideyim dedim. doğduğum yer diye de niteleyince özümü aramaya gitmişim gibi oldu ama yok, özümde olanı yaşamaya, arkadaşlarımla eğlenmeye gittim.

cuma günü'nün öğle saatlerinde, 13.30'daki trenime yetişmek üzere, müthiş bir sağanak yağmur eşliğinde yollara düştüm. evden beşiktaş'a, beşiktaş'tan vapurla kadıköy'e, kadıköy'den de yürüyerek Haydarpaşa'ya geçtim. - eskişehir'e trenle gittim çünkü trenleri seviyorum, Haydarpaşa'yı seviyorum, vapurları seviyorum, İstanbul'u bir tek boğazdan vapurla geçerken seviyorum.- kalkış saatinden yarım saat kadar önce trendeki yerimi aldım. açıkçası, biletine bakıp da trendeki doğru yerini alamanyalara da bol bol şaşırdım.

trenin hareketinden sonraki ilk 40-45 dakikalık, istanbul içindeki ara duraklarda geçen periyodu, penguen ve uykusuz okuyarak geçirdim. yolculuğun geri kalan kısmını ise camdan dışarı bakarak; dağı, taşı, toprağı, yeşili, çimeni, akarsuyu vs. izleyerek geçirdim. bi ara böyle uykum gelmişken, tam gözlerim kapanmak üzereyken, bu güzel manzarayı kaçırmamak adına kahve içmeye karar verdim. 3'ü 1 arada nescafe'ye 2.5 lira vermenin, uykumun açılmasında kahveden daha etkili olduğunu söyleyebilirim.

eskişehir'e indiğim anda ilk hissettiğim şey soğuk oldu. gerçekten soğuktu. lazım olursa diye çantama eldiven, atkı falan atarken abarttığımı düşünmüştüm ancak yetersiz kalmalarını hiç beklemiyordum. evet donmadım ama gene de üşüdüm. ''ekim'de havalar böyleyse, daha bunun aralık'ı var ocak'ı var..'' diye düşünerek de kendimi germeyi ihmal etmedim.

eskişehir'de birbirinden güzel, birbirinden sevimli, birbirinden harika, herbirini ayrı ayrı çok sevdiğim dostlarımla keyif aldığım bir 1.5 gün geçirdim. hep beraber yedik, içtik, güldük, eğlendik ve bol bol yürüdük. - küçük şehrin cazibesi 2; her yere yürüyerek ulaşabilme imkanı, işte bunu seviyorum! - eskişehir'de olup da programını bana göre ayarlayan, beni evinde misafir eden; ankara'da olup da ricamı geri çevirmeyip eskişehir'e gelen güzel insanlara buradan teşekkür ediyorum.

gezinin kendisi bir yana, tren biletleriyle ilgili de bir paragraf açmak gerektiğini düşünüyorum. öncelikle gidiş biletimin kesim saatinin 16:16:16 , dönüş biletimin tarihinin de 10.10.10 olması ilginç detaylar olarak gözüme çarptı. yine biletlerde yazan 'planlanan varış saatleri'nin karşılığının 02:43, 07:13, 17:26 gibi ifadeler olması bir diğer ilgimi çeken nokta oldu. tahmin edeceğiniz gibi her bir varış saati 25-40 dk civarı gecikti. buna rağmen her bilete böyle abidik net saatlerin yazılmasının nedenini anlamış değilim. burası türkiye.. yaz yuvarlak bi'şeler gitsin. 07.13 yazacağına, ''işte en kötü 8 gibi falan orada oluruz'' yazsan hiç de ayıp olmaz yani. 07:13 yazmak daha ayıp bence.

biletlerle ilgili son detay ise bileti aldığım acentenin bana yaptığı ayıp olacak. çok da abartmış olmayayım ancak herhalde bi 32 defa falan sormama rağmen yine de biletimi yanlış kesmişler. - o bilet yandı, yenisini almak durumunda kaldım - allah'ıma çok şükür istanbul'da yaşarken paranoyak oldum da, sabahın erken saatlerinde işkillenerek gecenin bi saati mal gibi ortada kalmaktan kurtuldum. şüpheci tutumumdan dolayı kendimi takdir ediyorum.

pazar sabahı evde olup yeni haftaya daha rahat başlamak adına dönüşümü fatih ekspresi ile yaptım. 02.43'te gelmesi beklenen ancak 03.20'de gelen trenime bindim ve uyuya uyuya geldim. ancak dönüşte haydarpaşa'da inip vapurla boğaz keyfi yapmayı istemedim. bunun 2 günlük bir kaçamak olduğunu, ertesi sabah rutinime döneceğimi hatırlamak, bu rutine dönüşün travmaya neden olmasını engellemek adına söğütlüçeşme'de inip metrobüse bindim.

eve geldim, pijamalarımı giydim ve uykumu tamamlamak üzere hasret kaldığım yatağıma girdim..

2 Ekim 2010 Cumartesi

şaşırtgan sizi sn. Taylor.


''Türkiye Facebook yöneticisini şaşırttı.

Türkiye, 22.6 milyon kullanıcıyla Facebook’ta 4’üncü sıraya yerleşti. Facebook Teknoloji’nin Başkanı Bret Taylor, durumu 'Oldukça sosyal bir ülke olmalısınız. Bu çok ilgi çekici bir durum.' diye yorumladı.'' haberin devamı..

bugün gazete okurken rastladığım bir haber bu. okuduktan sonra ben de şaşırdım açıkçası. ama ben bu duruma şaşılmasına şaşırdım.

bi kere bu kadar kullanıcı, bizim sosyal değil bilakis sosyopat olmamızdan kaynaklanıyor. evde oturup akşama kadar video izlemek, oyun oynamak, vakit geçirmek, ''gerçekten sosyal'' olanların fotoğraflarına bakıp hayıflanmak için kullanıyoruz facebook'u. kaldı ki bu 22,6 milyon hesabın kim bilir kaç milyonunun da sahte olduğunu; yalan isimlerle milleti taciz etmek üzere alındığını da incelemek lazım.

internet sansürlerini unutalım, kendimizi sosyal sanalım diye yapılmış bir haber olabilir. bilemiyorum. alın size komplo teorisi..

seat saver.

''seat saver''. yer tutucu diyelim. tatillerde falan havuz başındaki veya plajdaki şezlongu bağlamak için kullanılan havlunun şehirli kardeşi. insanoğlundaki bu çakallığı sezen ürün tasarımcıları, sadece şezlongla veya havluyla sınırlı kalmayalım diye böyle bir girişimde bulunmuşlar.

havluyu şezlonga attığımız gibi bunlardan birini de toplu taşımada, sınıfta, kütüphanede, stadyumda, salonda, kısacası koltuk olan herhangi bir yerde, beğendiğimiz yeri tutmak için kullanabiliyoruz.

mesela tribündesin. erkenden gitmişsin. en güzel yeri seçip oturmuşsun. bi zaman sonra tuvalete falan gitmen gerekiyo. e bi de kurtlar sofrası, bi kalksan kapacaklar fıstık gibi yeri. n'apıyosun? daha önceden almış olduğun ve yanında getirdiğin bir adet ''seat saver''ı cebinden çıkarıyosun ve koltuğa yerleştiriyosun. gidiyosun, işini halledip dönüyosun. kafan zaten rahat çünkü sen orada değilken kimse hamle yapmıyo senin koltuğa. ''aayyy piiiiis burası!!'' diye çekip gidiyo. döndükten sonra da kimseyle, ''birader, orası benim yerimdi!'' muhabbetine girmiyosun. bence çok temiz.

hepimizin mini çakal olduğu bu dünyada başarılı bir ürün..




mutsuzluk.

uzun zamandır kimseyi mutlu görmedim. aynada, sokakta, okulda, otobüste.. herkes bi mutsuz. kimseler halinden memnun değil.

sabah 8 buçuktaki ders için 6'da kalkan da mutsuz, 8'de kalkan da..

otobüste ayakta giden adam, oturamadım diye mutsuz; oturarak giden adam, birazdan yaşça büyük biri binecek, yer vermek zorunda kalacam diye gergin..

maaşı 1.000 lira olan mutsuz, 1.500 lira olaydı kral gibi yaşardımın hesabında.. ayda 10.000 kazanan adam da mutsuz, onu 20.000 yapmanın peşinde..

zayıf adam kilo alacam diye uğraşıyo, şişman adam verecem diye uğraşıyo. ben böyle iyiyim, diyen yok.

sevgilisi olan, bekarlık sultanlık diyo; sevgilisi olmayan adam, böyle yalnız da çekilmiyo diyo..

kimisi yalnızlıktan sıkılıyo, kimisi kalabalıktan yoruluyo..

40 yıl boyunca mahallesinden dışarı çıkmayan, buralarda kaldık diye mutsuz; 2 ay dünyayı gezip dolaşan, eve döndük diye mutsuz..


starbucks'ın keki bile mutsuz..

kısacası hepimiz mutsuzuz. çünkü doyumsuzuz, çünkü arsızız. elde olmayanı istemeye programlanmışız. bir türlü tatmin olup da kendimizi mutlu hissedemiyoruz. ''küçük şeylerle mutlu olmak'' diye bi tabir vardı, onu da değiştirdik; artık küçük şeylerle de mutsuz olabiliyoruz. tamamen buna odaklıyız. mutsuz olmak için yaşıyoruz.

elimizde sihirli bir değnek olsa; değneği yere dik koyar üzerine otururuz. bu kadar net.

bize kim dur diyecek merak ediyorum..