28 Eylül 2010 Salı
24 Eylül 2010 Cuma
20 Eylül 2010 Pazartesi
memre'nin suçu ne?
önceki söylemimden de anlaşılacağı üzere, klişeleri pek severim(!). böyle bir başlık seçiminin nedenlerinden biri de yine bu sevgi(!)dir. milyonları? ekran başına kilitleyen bir ''tecavüz'' sahnesi - ki böyle bir sahneye neden kitlenildi tam olarak bilemiyorum, sonuçta gazetelerimizin 3. sayfaları hep bunlarla dolu... - içeren dizinin ismi (bkz: fatmagül'ün suçu ne) yeni toplum klişemiz olmaya aday. böyle manşetler atılmaya çoktan başlandı bile..(bkz: nurcan'ın suçu ne)
bu başlık seçiminin diğer bir nedeni ise, bundan sonra anlatılacaklara cuk oturduğunun, tarafımca tespitidir. dizide; toplumun suçu, toplumun yarası, bence dünyanın en iğrenç olayı, fatmagül bireyine indirgenmiş olup, gelişmeler o birey üzerinden aktarılacaktır. bu yazıda da hepimizin ortak sıkıntısı, ama muhtemelen de insan ömrünün en güzel dönemi bu bireye indirgenerek aktarılacaktır..
şaka maka 2 sene okul öncesini de dahil edersek; 8 sene ilköğretim, 4 sene lise, 4. sene de üniversite, 18. eğitim-öğretim yılı başlıyor. - oha. hesap edince daha çok koydu. resmen ömrümü vermişim eğitim işine. okula gitmediğim ilk yılların da ailede temel yeme, içme, tuvaletini söyleme, konuşma eğitimiyle geçtiğini düşünürsek, vay benim halime - 18 yıllık tecrübe olmasına rağmen, yine o son gece yine o aynı heyecan yaşanıyor bünyede. bi kere hiç bi'şe olmasa, 3'te yatılıp 12'de kalkılan yaz tarifesinden çıkman gerekiyor. tabi ki gene 3'te yatıyorsun ama 7'de falan kalkman gerekiyor. bu da sıkıntı tabii. öyle bi anda 9 saat uyuyup, uyandıktan sonra da evde pineklediğin bir düzenden, 4 saat uyuyup okula gittiğin bir düzene geçmek bünyeyi olumsuz etkiliyor.
hadi uykuyu bi düzene koyduk diyelim. ki koyuluyor da yani. önce 4-5 saat uyusam yeter diyerek başlıyorsun, yeterse devam, yetmezse de, tamam ya 6 saat iyidir diyorsun, kendine bi sistem yapıyorsun. uyku düzeni tamam da, bu istanbul'un düzenini n'apacağız. hani uykumdan ben sorumluyum da bu istanbul'un sorumlusu kim?. benim için en büyük heyecan o. heyecandan öte gerginlik. günde yaklaşık gittin-geldin 60 km yol yapan, bu yolu da toplu taşımayla yapan bir birey olarak şu an panik halindeyim. bu sene nelere şahit olacağız, heyecanla bekliyorum. bir de sağolsun benim canım, güzelim okulum; Allah'ın dağındaki kampüsü, mahalle mektebi şeklinde değerlendirip, haftanın 3 günü sabah 8.30'a ders koyduğundan heyecanım 3.1 katsayısı ile çarpılmakta.. ''acaba memre derse yetişebilecek miydi?? yoksa 6 metrobüs aynı anda bozulduğu için derse 35 dk gecikip, devamsızlıktan kalacak mıydı??(true story)'' gibi sorular, bu sezon da bol bol yanıt arayacağımız sorular olacak.
heyecan dozunu arttıran en önemli faktör de, 18.nin sonuncu olabilme ihtimali. olur da yüksek lisans falan yaparsam, heyecan 2 sezon daha devam edecek ancak bu da bu sezon kendisine yanıt arayacağımız sorulardan bir tanesi. yapımcılar kesin bi'şeyler söylemiyorlar yani. henüz belli değil. yine de böyle bir ihtimalin varlığı bile insanı heyecanlandırıyor. ''yoksa bu, sonun başlangıcı mıydı?!?!'' (ver müziği) diye düşünmüyor değilim. ''okul biter de çalışmaya başlarsam?''. allah ömür versin - amin -, bu soru cümlesi aklıma geldiği anda, bir sonraki düşünce bulutu, dede olduğum görüntüleri içeriyor. hani işe başlıyorum, 43 yıl geçiyor, emekli oluyorum ve dedeyim. eşiyle sizli-bizli konuşan, -atıyorum- ''neriman hanım, torunlarınıza şeker bi'şey verdiniz mi?'' diyen bir dede. inşallah öyle günleri de görürüz de, söylemek istediğim şey şu anda bundan korktuğum. okul bi biterse, direk dedeyim gibi geliyor, panik oluyorum.
yine de benim bütün bu heyecanıma rağmen, zaman son derece sakin. hep olduğu gibi yine soğukkanlı, akmaya devam ediyor. ben burada eğlenirken o yine işini yaptı, tik-tak devam etti. ve gördüm ki alarmın çalmasına 6 saat kalmış, son gece başlamış bitiyor..
üst geçidine küfür ettiğim, otobüse binmek için mahşer yerinde sıra beklediğim; yer kapmak için ayrı, kaptığım yeri kaptırmamak için ayrı oyun çevirdiğim, uykulu gezmekten mimiklerimi kaybettiğim muhteşem bir - öyle gibi duruyor - final sezonu bizi bekliyor. bu süprizlerle dolu yeni sezonda da metrobüsteyiz. bizi izlemeye devam edin..
17 Eylül 2010 Cuma
beautiful day # 1
sıradan bir günün sabahında, hiç de sıradan olmayan bir şekilde telefonum çaldı. arayan numaranın, bizim operatörlerden birine ait olmadığı kolaylıkla anlaşılıyordu. başımı öne eğip, kaşlarımı kaldırıp bir müddet arayan numarayı inceledikten sonra telefona cevap verdim. arayan bono'ydu.
bono ile 2-2.5 yıl kadar önce, facebook üzerinden poker oynarken tanıştık. herkesin 1000 krediyle başladığı, sıfır kredisi kalanın elendiği masalardan birinde son ikiye kalmış, uzun bir süre yenişememiştik. karşılıklı hamlelerimizi takdir etmekle başlayan muhabbet kısa sürede ilerlemiş, sonuçta bugünlere kadar gelmiştik.
klasik hal-hatır soruları sorulmuş, ''hiç arayıp sormuyorsun yaaaa'' tripleri atılmış, muhabbet iyice koyulaşmıştı. laf lafı açtıktan, 10 dakikaya yakın havadan sudan konuşulduktan sonra söz dönüp dolaşıp istanbul'daki U2 konserine geldi. ''ulen istanbul'a geliyoruz, arayıp sormuyorsun görüşelim diye'' şeklinde gelen bir sitemin üzerine verdiğim '' asıl sen aramıyorsun kardeşim, istanbul'a geleceğinizi gazetelerden okuyoruz. ayıp değil mi lan?!'' cevabından sonra ortam biraz gerilse de, karşılıklı yapılan şakalarla atmosfer kısa sürede eski haline döndü.
bana istanbul'da uyması gereken programdan bahsettikten, müsait olduğunda bana haber vereceğine dair sözleştikten, her şeyi de telefonda konuşup bitirmeyelim dedikten sonra telefonu kapattık.
aradan bir kaç gün geçtikten sonra beklenen telefon geldi. camii ve boğaz köprüsü klişesini o'na da uygulamam gerektiğini düşündüğümden ortaköy sahilde buluşmak üzere sözleştik. yaklaşık 3/4 saat (45 dakika) sonra sözleştiğimiz gibi buluştuk. sahildeki kafelerden birine oturduk. türkler uçtuğu, herkes kendi dünyasında olduğu için bono'yu tanıyıp da bize bulaşan olmadı. bir arkadaş gelip ne istediğimizi sordu. bono'ya bakıp, '' sen türk kahvesi iç, ben de irish cream'li bi kahve içeyim, şeklimiz olsun ;) '' dedim. bu fikir onun da hoşuna gitti ve siparişimizi verdik. bir süre hasret giderdik, poker üzerine şakalar yaptık, klişe facebook videolarını birbirimize anlatıp güldük, eğlendik vs. kahvelerimiz de geldikten sonra, '' hazır bu kadar klişeyi bir arada yaşıyoruz, ister misin, soru cevap röportaj gibi takılalım biraz? sen röportaj vermekten sıkılmışsındır ama muhabbet olur? '' dedim. '' e haydi bakalım!'' dedi ve başladık.
memre: öncelikle Türkiye'ye hoşgeldiniz demek istiyorum.
bono: teşekkür ederim, hoşbulduk.
me: sizce biraz geç kalmadınız mı gelmek için?
bo: geç olsun, güç olmasın.(gülüyor)
me: ooo, hemen de kapmışsınız bakıyorum.
bo: (gülüyor)
me: Türkiye'yi ve türk halkını nasıl buldunuz?
bo: kesinlikle dışarıdan bilindiği gibi değil, öncelikle onu belirtmeliyim. biz avrupa'dan baktığımız zaman, bu taraflardaki adamları sakallı silahlı, kadınları da kara çarşaflı olarak görüyoruz. bu nedenle gelmeden önce çekincelerimiz vardı. her ne kadar seni bireysel olarak tanısam da senin ekstrem örnek olduğunu düşünüyordum. toplum genelinin öyle olduğunu görünce gerçekten şaşırdım. insanların da bu kadar içten ve iyi niyetli oluşu beni ayrıca şaşırttı. Türkiye geneli için ise bir şey söylemem doğru olmaz çünkü biz istanbul'a geldik ve istanbul'un da en güzel yerlerinde kalıyoruz, geziyoruz, yiyoruz. ancak belirtmeliyim ki istanbul tam bir dünya şehri. kıymetini bilmelisiniz.
me: merak etmeyin çünkü biz de buradan baktığımzda batı'yı genel olarak ahlaksız, seviyesiz, sürekli sevişen, günün genelinde alkol tüketen, bin bir türlü kötü alışkanlık sahibi tipler olarak görüyoruz. (gülüyorum)
bo: siz de haklısınız tabii. (biraz bozuluyor)
me: pekiii, bono'ya soruyoruz. neden müzik?
bo: (kahvenin üstüne bir şişe su istiyor, bense böyle yerlerde suyun büfelerdekinden daha pahalı satıldığını bildiğimden istemiyorum) siz de klişeleri pek seviyorsunuz anlaşılan. (gülüyor) şöyle cevap vereyim. müzik, insanın kendisini ifade etme şeklidir. kimisi resim çizer, kimisi fotoğraf çeker, kimisi yazı yazar. benzer örnekler verilebilir. ben de kendimi ifade etmek için müzikle uğraşmaya başladım ve bu yolda devam ettim.
me: eğer müzikle uğraşmasaydınız, ne yapmak isterdiniz?
bo: metalurji & malzeme mühendisliği olabilir. (gülüyor)
me: (gülüyorum)
bo: şaka bir yana böyle birşeyi hiç düşünmedim, düşüneceğimi de hiç sanmıyorum. çünkü ben müziksiz yapamam. müzik olmasaydı, ben de olmazdım.
me: Türkiye'deki genç müzisyenlere tavsiyelerde bulunmak ister misiniz?
bo: onlardan banane. ( =P yapıyor ve gülüyor). bence önemli olan kendilerini en doğru şekilde nasıl ifade edeceklerini keşfetmeleridir. bono abi'leri olarak onlara kapım her zaman açık.
me: hep genel konuştuk, kendi merak ettiğim birşeyi sormak istiyorum müsadenizle?
bo: tabi buyrun.
me: şimdi bu ''irish cream'' i siz sürekli tüketiyor musunuz, çayda kahvaltıda?
bo: len keko, onun adı ''turkish delight'' da, siz habire lokum mu yiyorsunuz? (gülüyor)
me: (ben gülmüyorum)
bo: n'oldu kızdın mı?
me: yoo, ne kızıcam ya..
bo: kızma yaa şaka yaptım.
me: tamam ya kızmadım işte.
bo: keko dedim diye kızdın değil mi, özür dilerim.
me: tamam yok birşey.
bo: tamam.
me: tamam.
bo: ...
me: o zaman bize vakit ayırdığınız için size çok teşekkür ediyoruz.
bo: asıl ben teşekkür ediyorum.
kahkahalar eşliğinde bu geyiği bitirdikten sonra deniz havasının bize yettiğine ve biraz da gezmek gerektiğine karar verdik. hesabı alman usülü ödedikten sonra mekandan ayrıldık...
bono ile 2-2.5 yıl kadar önce, facebook üzerinden poker oynarken tanıştık. herkesin 1000 krediyle başladığı, sıfır kredisi kalanın elendiği masalardan birinde son ikiye kalmış, uzun bir süre yenişememiştik. karşılıklı hamlelerimizi takdir etmekle başlayan muhabbet kısa sürede ilerlemiş, sonuçta bugünlere kadar gelmiştik.
klasik hal-hatır soruları sorulmuş, ''hiç arayıp sormuyorsun yaaaa'' tripleri atılmış, muhabbet iyice koyulaşmıştı. laf lafı açtıktan, 10 dakikaya yakın havadan sudan konuşulduktan sonra söz dönüp dolaşıp istanbul'daki U2 konserine geldi. ''ulen istanbul'a geliyoruz, arayıp sormuyorsun görüşelim diye'' şeklinde gelen bir sitemin üzerine verdiğim '' asıl sen aramıyorsun kardeşim, istanbul'a geleceğinizi gazetelerden okuyoruz. ayıp değil mi lan?!'' cevabından sonra ortam biraz gerilse de, karşılıklı yapılan şakalarla atmosfer kısa sürede eski haline döndü.
bana istanbul'da uyması gereken programdan bahsettikten, müsait olduğunda bana haber vereceğine dair sözleştikten, her şeyi de telefonda konuşup bitirmeyelim dedikten sonra telefonu kapattık.
aradan bir kaç gün geçtikten sonra beklenen telefon geldi. camii ve boğaz köprüsü klişesini o'na da uygulamam gerektiğini düşündüğümden ortaköy sahilde buluşmak üzere sözleştik. yaklaşık 3/4 saat (45 dakika) sonra sözleştiğimiz gibi buluştuk. sahildeki kafelerden birine oturduk. türkler uçtuğu, herkes kendi dünyasında olduğu için bono'yu tanıyıp da bize bulaşan olmadı. bir arkadaş gelip ne istediğimizi sordu. bono'ya bakıp, '' sen türk kahvesi iç, ben de irish cream'li bi kahve içeyim, şeklimiz olsun ;) '' dedim. bu fikir onun da hoşuna gitti ve siparişimizi verdik. bir süre hasret giderdik, poker üzerine şakalar yaptık, klişe facebook videolarını birbirimize anlatıp güldük, eğlendik vs. kahvelerimiz de geldikten sonra, '' hazır bu kadar klişeyi bir arada yaşıyoruz, ister misin, soru cevap röportaj gibi takılalım biraz? sen röportaj vermekten sıkılmışsındır ama muhabbet olur? '' dedim. '' e haydi bakalım!'' dedi ve başladık.
memre: öncelikle Türkiye'ye hoşgeldiniz demek istiyorum.
bono: teşekkür ederim, hoşbulduk.
me: sizce biraz geç kalmadınız mı gelmek için?
bo: geç olsun, güç olmasın.(gülüyor)
me: ooo, hemen de kapmışsınız bakıyorum.
bo: (gülüyor)
me: Türkiye'yi ve türk halkını nasıl buldunuz?
bo: kesinlikle dışarıdan bilindiği gibi değil, öncelikle onu belirtmeliyim. biz avrupa'dan baktığımız zaman, bu taraflardaki adamları sakallı silahlı, kadınları da kara çarşaflı olarak görüyoruz. bu nedenle gelmeden önce çekincelerimiz vardı. her ne kadar seni bireysel olarak tanısam da senin ekstrem örnek olduğunu düşünüyordum. toplum genelinin öyle olduğunu görünce gerçekten şaşırdım. insanların da bu kadar içten ve iyi niyetli oluşu beni ayrıca şaşırttı. Türkiye geneli için ise bir şey söylemem doğru olmaz çünkü biz istanbul'a geldik ve istanbul'un da en güzel yerlerinde kalıyoruz, geziyoruz, yiyoruz. ancak belirtmeliyim ki istanbul tam bir dünya şehri. kıymetini bilmelisiniz.
me: merak etmeyin çünkü biz de buradan baktığımzda batı'yı genel olarak ahlaksız, seviyesiz, sürekli sevişen, günün genelinde alkol tüketen, bin bir türlü kötü alışkanlık sahibi tipler olarak görüyoruz. (gülüyorum)
bo: siz de haklısınız tabii. (biraz bozuluyor)
me: pekiii, bono'ya soruyoruz. neden müzik?
bo: (kahvenin üstüne bir şişe su istiyor, bense böyle yerlerde suyun büfelerdekinden daha pahalı satıldığını bildiğimden istemiyorum) siz de klişeleri pek seviyorsunuz anlaşılan. (gülüyor) şöyle cevap vereyim. müzik, insanın kendisini ifade etme şeklidir. kimisi resim çizer, kimisi fotoğraf çeker, kimisi yazı yazar. benzer örnekler verilebilir. ben de kendimi ifade etmek için müzikle uğraşmaya başladım ve bu yolda devam ettim.
me: eğer müzikle uğraşmasaydınız, ne yapmak isterdiniz?
bo: metalurji & malzeme mühendisliği olabilir. (gülüyor)
me: (gülüyorum)
bo: şaka bir yana böyle birşeyi hiç düşünmedim, düşüneceğimi de hiç sanmıyorum. çünkü ben müziksiz yapamam. müzik olmasaydı, ben de olmazdım.
me: Türkiye'deki genç müzisyenlere tavsiyelerde bulunmak ister misiniz?
bo: onlardan banane. ( =P yapıyor ve gülüyor). bence önemli olan kendilerini en doğru şekilde nasıl ifade edeceklerini keşfetmeleridir. bono abi'leri olarak onlara kapım her zaman açık.
me: hep genel konuştuk, kendi merak ettiğim birşeyi sormak istiyorum müsadenizle?
bo: tabi buyrun.
me: şimdi bu ''irish cream'' i siz sürekli tüketiyor musunuz, çayda kahvaltıda?
bo: len keko, onun adı ''turkish delight'' da, siz habire lokum mu yiyorsunuz? (gülüyor)
me: (ben gülmüyorum)
bo: n'oldu kızdın mı?
me: yoo, ne kızıcam ya..
bo: kızma yaa şaka yaptım.
me: tamam ya kızmadım işte.
bo: keko dedim diye kızdın değil mi, özür dilerim.
me: tamam yok birşey.
bo: tamam.
me: tamam.
bo: ...
me: o zaman bize vakit ayırdığınız için size çok teşekkür ediyoruz.
bo: asıl ben teşekkür ediyorum.
kahkahalar eşliğinde bu geyiği bitirdikten sonra deniz havasının bize yettiğine ve biraz da gezmek gerektiğine karar verdik. hesabı alman usülü ödedikten sonra mekandan ayrıldık...
14 Eylül 2010 Salı
ÇifT haseki Paşa.
şu hayatta da en çok merak ettiğim bir şey varsa, o da fast food mekanlarında müşteriye verilen peçete sayısının azlığıdır. ben bunu gerçekten çok merak ediyorum. öyle böyle değil yani. hani mesela ''dünya dışında bi yerlerde de hayat var mı acaba?'' diye de merak ediyorum, '' öss'de 10 puan daha fazla yapsaydım n'eler olurdu acaba?'' diye de ancak hiçbiri bu peçete merakım kadar şiddetli değil. çünkü onlar zaten ütopik şeyler. herkes merak ediyo uzayı. millet kafayı yiyo, kars'ta varsa mars'ta da hayat vardır kesin, diye (kars'lı arkadaşlar alınmasınlar, ses uyumu kaynaklı kelime şakası yaptım kendimce, beni gidi kerata). dünyanın parasını emeğini gömüyolar bu işe. net bi'şey de olduğu yok. ''anammm mars'ta su bulduk, su varsa kesin yaşam da vardır!!'' şeklinde çıkarım yapıp seviniyolar, ''işte bu sefer yakaladık sizi uzaylılar!'' diye. sonra bi kaç gün geçiyo, ''eneeeee su değilmiş, taş deseniymiş, gözümüz yanılmış'' diyolar. onların da işi zor.
öss zaten başlı başına bir muamma. adı bile değişiyo habire. bi oluyo öss, bi oluyo öys, en son oldu ygs-lgs falan. o kadar acayip bi'şey yani. herkesin ütopyasında da yeri var. adam 350 yapıyo, ulan 10 puan daha yapaydım tıp oluyodu, diyor. bi başkası 170 yapıyo, ulen 10 puan daha yapaydık barajı geçiyoduk, diyor. herkesin bi 10 puan fazlalı hayali var yani. ondan o da sarmıyo pek.
peçeteye gelince.. peçete ulan işte. bu merakı diğerlerinden üstün kılan da zaten onun peçete oluşu. yani onun peçeteliğini merak etmiyorum. ''abi adamlar ağaçtaki selülozdan bunu nasıl yapıyolar yaa?'' demiyorum. ona da saygım sonsuz tabi ama beni ilgilendiren kısmı orası değil. beni ilgilendiren kısmı bu peçete verimi konusundaki bencillik.
ortalama bir fast food mekanına gidiyosun mesela. isim vermeyelim de işte patatesli hamburgerli bi mekan olsun. genel olarak en çok onlar tercih ediliyor çünkü. siparişini veriyosun, şu menü olsun lütfen diyosun, içeceğiniz ne olsun falan diyor kasadaki bay/bayan çalışan. böyle de kibar bir diyalog. o sizli bizli konuşuyor, sen de lütfediyorsun falan. acayip güzel bir atmosfer. sonra siparişler tepsiye gelmeye başlıyo yavaş yavaş. bir karton içinde kızarmış patates, bazen kağıda sarılı; bazen kağıda da sarılı olmayan, karton bir kutuda ikamet eden bir hamburger, tercihen yine karton içinde kızarmış ekstralar (soğan halkası, tavuk parçacıkları vs.),-bu da yeni cinslik- bir süredir paraya tabi olan soslar, karton bardakta içecek, pipet ve deeeee 1 adet ''peçetee''.
tepside oluşan bu tablo sonrasında kibarlık bitiyor, o çizgi bozuluyor, çünkü sana çatal-bıçak verilmediğinden tüm o tepsidekileri elle yemen gerekiyor. hadi tamam elle yiyelim, eyvallah. e peki güzel kardeşim, peçeteyi neden 1 tane veriyosun? bana yemeğimi elle yedirtiyorsun da peçeteyi neden esirgiyorsun. ver ulan ordan 5-10 tane. belki ben 10 parmak patates yerken cep telefonum çalacak, eski parayla ayda 5 milyar maaşla çalışacağım bir iş teklifi gelecek; ben de elim yağlı, arayan bi daha arar nasıl olsa diyecem, pis elimi cebime sokmayacam, o telefon öyle çalacak çalacak ve susacak. ve de susacak yani... veya belki sevgilimle oturuyorum, ağzıma 2 patates attıktan sonra onu öpesim geldi, bıyığım ketçap olmuş, öyle de öpülmez hatun kişi. napcam? mecbur vazgeçiyorum öpmekten. hayvan gibi yemeğime odaklanıyorum. hani çünkü 1 peçeteyle bu kadar iş idare edilemez. ketçapı sil, yağı sil, eli sil, ağzı sil. kurtarmaz hacım.
işte sen bu peçeteyi 1 tane vererek beni yemek boyunca geriyosun. bi de bence çok büyük bencillik yapıyosun. bencilliklerin içinde bence en pisini. Üç yaşındaki bir çocuğun, oyuncağını başka bir çocukla paylaşmaması gibi değil yani. baya büyük bi hayvanlık yapıyosun çok afedersin.
hem peçete dediğin nedir ki? peçetedir en nihayetinde. 3 kuruş şey. ver oradan bi tomar gitsin, benim de kafam rahat olsun. hayret bi'şeysin. muhtemelen de elinin altındaki en ucuz şeydir he peçete. tabiiii sen bu bencillikle o peçeteden ucuza geliyosun benim gözümde orası ayrı.. (çok mu ağır oldu le?)
öss zaten başlı başına bir muamma. adı bile değişiyo habire. bi oluyo öss, bi oluyo öys, en son oldu ygs-lgs falan. o kadar acayip bi'şey yani. herkesin ütopyasında da yeri var. adam 350 yapıyo, ulan 10 puan daha yapaydım tıp oluyodu, diyor. bi başkası 170 yapıyo, ulen 10 puan daha yapaydık barajı geçiyoduk, diyor. herkesin bi 10 puan fazlalı hayali var yani. ondan o da sarmıyo pek.
peçeteye gelince.. peçete ulan işte. bu merakı diğerlerinden üstün kılan da zaten onun peçete oluşu. yani onun peçeteliğini merak etmiyorum. ''abi adamlar ağaçtaki selülozdan bunu nasıl yapıyolar yaa?'' demiyorum. ona da saygım sonsuz tabi ama beni ilgilendiren kısmı orası değil. beni ilgilendiren kısmı bu peçete verimi konusundaki bencillik.
ortalama bir fast food mekanına gidiyosun mesela. isim vermeyelim de işte patatesli hamburgerli bi mekan olsun. genel olarak en çok onlar tercih ediliyor çünkü. siparişini veriyosun, şu menü olsun lütfen diyosun, içeceğiniz ne olsun falan diyor kasadaki bay/bayan çalışan. böyle de kibar bir diyalog. o sizli bizli konuşuyor, sen de lütfediyorsun falan. acayip güzel bir atmosfer. sonra siparişler tepsiye gelmeye başlıyo yavaş yavaş. bir karton içinde kızarmış patates, bazen kağıda sarılı; bazen kağıda da sarılı olmayan, karton bir kutuda ikamet eden bir hamburger, tercihen yine karton içinde kızarmış ekstralar (soğan halkası, tavuk parçacıkları vs.),-bu da yeni cinslik- bir süredir paraya tabi olan soslar, karton bardakta içecek, pipet ve deeeee 1 adet ''peçetee''.
tepside oluşan bu tablo sonrasında kibarlık bitiyor, o çizgi bozuluyor, çünkü sana çatal-bıçak verilmediğinden tüm o tepsidekileri elle yemen gerekiyor. hadi tamam elle yiyelim, eyvallah. e peki güzel kardeşim, peçeteyi neden 1 tane veriyosun? bana yemeğimi elle yedirtiyorsun da peçeteyi neden esirgiyorsun. ver ulan ordan 5-10 tane. belki ben 10 parmak patates yerken cep telefonum çalacak, eski parayla ayda 5 milyar maaşla çalışacağım bir iş teklifi gelecek; ben de elim yağlı, arayan bi daha arar nasıl olsa diyecem, pis elimi cebime sokmayacam, o telefon öyle çalacak çalacak ve susacak. ve de susacak yani... veya belki sevgilimle oturuyorum, ağzıma 2 patates attıktan sonra onu öpesim geldi, bıyığım ketçap olmuş, öyle de öpülmez hatun kişi. napcam? mecbur vazgeçiyorum öpmekten. hayvan gibi yemeğime odaklanıyorum. hani çünkü 1 peçeteyle bu kadar iş idare edilemez. ketçapı sil, yağı sil, eli sil, ağzı sil. kurtarmaz hacım.
işte sen bu peçeteyi 1 tane vererek beni yemek boyunca geriyosun. bi de bence çok büyük bencillik yapıyosun. bencilliklerin içinde bence en pisini. Üç yaşındaki bir çocuğun, oyuncağını başka bir çocukla paylaşmaması gibi değil yani. baya büyük bi hayvanlık yapıyosun çok afedersin.
hem peçete dediğin nedir ki? peçetedir en nihayetinde. 3 kuruş şey. ver oradan bi tomar gitsin, benim de kafam rahat olsun. hayret bi'şeysin. muhtemelen de elinin altındaki en ucuz şeydir he peçete. tabiiii sen bu bencillikle o peçeteden ucuza geliyosun benim gözümde orası ayrı.. (çok mu ağır oldu le?)
9 Eylül 2010 Perşembe
liderlik.
liderlik, işler yolunda gitmediğinde bir adım öne çıkıp gerekeni yapmaktır.
bazen karanlığa gömülmüş bir milleti elinden tutup, aydınlığa çıkarmaktır. yoktan var etmek, kimliğini yeniden kazandırmaktır.
bazen maçı kaybetmekte olan bir takımda gereken sorumluluğu alıp, mücadeleyi sonuna kadar sürdürmektir. takım arkadaşlarına yol göstermektir. bazen o son topu kullanmak, bazen kritik anda düzgün vuruşu yapmaktır.
bazen işlerin kilitlendiği bir projede, her kafadan bir sesin çıktığı ortamda son sözü söyleyip, işe yön vermektir.
ve bazen de bir yaz günü iftara yarım saat kala binilen, tek bir oksijen molekülünü 3 kişinin ortaklaşa kullandığı, klimanın da kapalı olduğu, tıklım tıklım bir metrobüste gereken iradeyi gösterip ''şoför bey, klimayı açabilir misiniz lütfen?'' demek, onlarca yolcuyu boğulmaktan kurtarmaktır.
teşekkürler güzel abla'm. bizi kurtardığın için. bizim yapamadığımızı yaptığın, nefes almamızı sağladığın için. gözümsün. idolümsün.
6 Eylül 2010 Pazartesi
''herkesin hayatına kimse karışamaz''
sıkıldım artık. sokağa çıktığımda, görmekten bıktım. gözlerim yoruldu. günlük yaşamda, cümle içinde evet / hayır demek istemiyorum artık. bundan böylesi referandom'a kadar başımı sallayacağım yukarı-aşağı veya sağa-sola eksenlerinde. o kadar tiksindim. bitaraftı, bertaraftı derken, her taraf oldu evet! - hayır!. bi yeter lan.
zaten evet de desem, hayır da desem, giren çıkan yine bana olacak. ne kasıyosunuz bu kadar. böyle böyle referandum yapcaz, 10-12 tane (artık kaçtaneyse) madde soracaz, evet veya hayır diyeceksiniz, - kaldı ki mantık hatası burda başlıyo, 10-12 tane şeye ortak olarak evet - hayır demek, bence saçmalıkların daniskası - deseniz de olur. bu kadar özelimize niye giriyorsunuz? ( özelimiz dediğim de gözümüz he, organ yani, gözümüze gözümüze sokuyolar eveti-hayırı)
hadi onlar gözümüze sokuyolar. bi de asıl bi sürü keko çıkıyo, benim oyum ''evet'' çünkü elemterekefiş, benim oyum ''hayır'' çünkü kemgözlereşiş diye açıklama yapıyolar. nereden çıktı bu renk belli etme sevdası ben anlamadım. kim diyo bunlara, söyleyin diye. benim oyumdan sana ne, senin oyundan bana ne. pazar sabahı alırsın mühürü, önce mürekkebe abanırsın, sonra pusulanın hangi yarısına basacaksan basarsın, biter gider.
hem sen ünlüysen, ben de ünlüyüm kendimce. aile içinde baya ünlüyüm mesela. sorsan bilirler hemen. ben belli ediyom mu rengimi. bak kaç satır yazı yazdım var mı herhangi bi renk. yok. (yani kontrol ettim, olmaması lazım)
bi de mesela şu var ki, siz ne derseniz deyin; herkesin kime ne oy vereceği belli zaten. sizi dinleyip de, ''adam haklı beyler'' diyen yok. toplum olarak bizim için siyasetin futboldan farkı yok. nasıl futbol, basketbol taraftırlığı yapıyosak, siyasi partiler için de öyle taraftarlık yapıyoruz. ''eeey goçum yürü beeeeee!'' dememizin, seçimlerde falan meydanlarda toplaşıp ''yaşasın çokhoşpartiiiiiiii!!'', ''var olsun güzelpartiiiiiii!!'' diye bağırmamızın başka izahı da yok zaten. gerçi sizin de bunun farkında olduğunuzu biliyorum. sizin de tribün lideri gibi konuşmanızın sebebi bu olsa gerek.
neyse işte, uzun lafın kısası; ''benim yorumlamam budur''. keşke bizi rahat bıraksanız ama işte, hayat..
5 Eylül 2010 Pazar
mini devriye.
oha dedim görünce. hem de bi kere değil, dört-beş kere dedim. istiklal'de oha diye diye yürüdüm. yurdum polisini mini cooper'la devriye gezerken de gördüm ya, daha da görecek bi'şeyim kalmadı diye düşündüm. memleketin mini cooper'ı devriye oto'su yapacak gücü var da bizim niye haberimiz yok dedim. ulan öyle devriyeye ben de polis olurum dedim.
daha ağır da konuşacaktım da tuttum kendimi. dedim belki şimdi işin aslı başkadır, elin günahını alma, çok yazmasın. iyi de yapmışım. meğersem de işin aslı başkaymş cidden.
istiklal zor mekan, daracık daracık sokaklar, bisürü de insan; pratik olsun, manevrası guvvetli olsun, bastı mı da gitsin diye ''Borusan Holding'' hediye etmiş 3 tane mini'yi. bu hamlelerini takdir ediyorum. yakışmış istiklal'ime diyorum. rengarenkti, daha da renkli olmuş, ortama hava katmış diyorum. zaten mini'yi de seviyodum, istiklal'i de. bu buluşmayı da ayrı bi sevdim.
işin aslını öğrendikten sonra değişmeyen tek şey: ''ulan öyle devriyeye ben de polis olurum.''
daha ağır da konuşacaktım da tuttum kendimi. dedim belki şimdi işin aslı başkadır, elin günahını alma, çok yazmasın. iyi de yapmışım. meğersem de işin aslı başkaymş cidden.
istiklal zor mekan, daracık daracık sokaklar, bisürü de insan; pratik olsun, manevrası guvvetli olsun, bastı mı da gitsin diye ''Borusan Holding'' hediye etmiş 3 tane mini'yi. bu hamlelerini takdir ediyorum. yakışmış istiklal'ime diyorum. rengarenkti, daha da renkli olmuş, ortama hava katmış diyorum. zaten mini'yi de seviyodum, istiklal'i de. bu buluşmayı da ayrı bi sevdim.
işin aslını öğrendikten sonra değişmeyen tek şey: ''ulan öyle devriyeye ben de polis olurum.''
4 Eylül 2010 Cumartesi
sıpalar.
''n'oluyo ki orada?'' mezvuu.
her ne kadar günlük yaşamda bu bakışların hayatı felç edişini sevmesem de, bu sıpalar hoşuma gitti..
2 Eylül 2010 Perşembe
büyük sümüklü böcek,ben.
bı ne yaaa. bı ne yaaa. bu kadar hapşırmak olur mu? insan evladı hapşırmaktan yorulur mu? valla kondisyon lazım adama hapşırmak için. sabahtan beri hapşırdığımın sayısı kaç oldu kim bilir. evdekiler her hapşırdığımda ''çok yaşa'' deselerdi - ki onlar da demekten sıkıldı tabi - bugün ömrüme ömür katardım, yazılmışından 20 sene fazla yaşardım. bu çıkarımı da nereden yaptım, bakınız şuradan yaptım: '' bir şeyi 40 kere söylersen olur '' söz dizisinden.
niye hapşırdığımı ise hiiiç bilmiyorum. hasta değilim sanırım. hasta gibi bi halim yok. alerji diyecem, neye alerjim var onu da bilmiyorum. ama gene de alerjiye bağlamak en mantıklısı.
yaza alerjim var diyecem, kendisine karşı çok ayıb olacak ama bütün yazlarım böyle geçiyo. böyle temmuz ortası falan, fethiye'de tatildeyiz mesela, kah ölüdeniz kıyısında, kah bir tekne vasıtasıyla göcek koylarında, elimde sümüklü bir mendille, yarı çıplak denize giren bi adamım ben. kesinlikle beni ben yapan da bi'şey bu. çünkü başka kimseyi görmedim öyle. ölüdeniz'de 15 milletten insanla birlikte yarı çıplak denize giriyosun, kimsenin elinde öyle sümüklü mendil görmedim şahsen.
yok yok, ben gene de ''yaza alerjim var'' demeyeyim, vallahi ayıb olur. hem zaten küreselin de ısındığını düşünürsek böyle bi alerji beni hayli yıpratır. benimsemiyorum bu alerjiyi. tamam, yaza alerjim yok.
peki o zaman benim neyim var? yani mesela naftalinin beni benden aldığını biliyorum. o meret kokmaya görsün. dağılıyorum. naftalinli havayı solumak, eylem yapıp biber gazı yemekten daha kötü bence. yazlık-kışlık geçişlerinde açılan bazadan yayılan naftalin kokusu, benim en büyük kabusum. hadi en büyük olmasa da, onun bi küçüğü.
veya yine gidiyosun yazlığa; yastık kılıfı, çarşaf falan dolapta beklio seni, naftalinli de bi ortam tabi dolabın içi. ben yatıyorum o yastıkta. her gece ''refresh'' yiyo haliyle bu durum. yaz tatilimde her sabah güne hapşırarak başlıyorum. ama naftaline alerjim var da denmez. sonuçta hangimiz biraz naftalin yüzünden hapşırmıyoruz ki? bence karabiber gibidir biraz. yemeğe konmaz ama hapşırtır o da.
eneeee. şimdi aklıma geldi. belki de alerjim yoktur hiç. sadece gece kıçım açıkta kalıyordur, üşüyorumdur da ondandır bunca hapşırmak. bak böyle güzel oldu bu iş. böyle olması içime sindi. alerji zaaf çünkü. zaafım yokmuş benim. sadece pike ufak geliyormuş. ben onu bi kontrol edeyim..
- o değil de eylemin adı ''hapşırmak'' imiş. ben ''hapşurmak'' yazdım google'da, ukalaca uyarıyo ya o köftehor; ''bunu mu demek istediniz ki siz acaba? diye, düzeltti beni gene öyle. tdk'na da baktım, hapşırmak imiş hakket. bunu öğrendikten hemen sonra düşündüm bi. hapşırmıyoruz ki olum biz, hapşuruyoruz. ''hapşıııııııııı'' diyenini duymadım ben. hem zaten zor. dene bak. ''hap'' hecesinden sonra, ağzını ''şııııııı'' hecesine döndürmek zor baya. bi de düşün bu hece basınçlı bi şekilde çıkıyo dışarı. valla zor. ''hapşuuuuu'' demesi kolay. hem hapşu da demiyoruz bence. bayan kısmı böyle kibardan, ''eşyuuuu'' diyo, daha kibarı var mesela ''işyuuuu'' diyo -(bkz. ingilizce kelime: issue), erkek azmanı da mesela ''öeeşhööö'' diyo. tırnak içindekileri bi sesli tekrarla, beni anlayacaksın. gene de anlamadıysan, senin canın sağolsun. -
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)