19 Aralık 2010 Pazar

ales.

efendiiiim, 'sabah niyetine' ales'e girdim bugün. gerçekten de başkaca bi niyetim yoktu. pazar uykumu tam almayayım, sabah erkenden kalkayım, gidip zamana karşı şöyle bi 160 soru çözeyim geleyim dedim. öyle kendime bi hedef de koymadım. hani; ''bi 80 puan yaparsam effffffsane olur yea'' gibi düşüncelerim hiç olmadı. zaten o puan nasıl hesaplanıyo onu da hiç bilmiyorum. stres yapmadan, sakin sakin soruları görmek, eğer iş ciddiye biner de tekrar girmem gerekirse nelere dikkat edeceğimi tespit etmek adına böyle bir girişimde bulundum. ancak bi an boş bulunmuş olacağım ki böyle sevimli ve olumlu düşünmüşüm, burada işlerin nasıl yürüdüğünü unutmuşum..

dün gece 'sınava giriş belgesi'nin arka yüzündeki ifadeleri okurken olumsuz bi havaya kapılmadım değil aslında. öyle şeyler var ki sınava değil de orduya teslim olmaya gidiyomuş gibi hissettim kendimi. kalem,silgi, cetvel, saat, cep telefonu, elektronik cihaz, metal eşya (bozuk para, anahtarlık vs.), çanta  vb. eşyaların sınav salonuna alınmayacağını belirten 'sert ve net' ifadeler vardı. tamam cep telefonu falan götürmedik eyvallah da 180 dk sınav yapıyosun, zamana karşı bi yarış diyosun, kolumdaki saate bok atıyosun. e helal olsun!

hadi saati de takmadık artık el koymasınlar diye, zaten sınıfta varmış(tı). e kalem-silgi? onu tedarik edeceğine ben nerden güvenecem? güvenmedim tabi, götürdüm ''kaliteli, emektar, tombik'' 0.7 kalemimi. ve n'oldu? dk. 1 gol 1. sınavın olduğu binanın kapısında emniyet arama yapıyo, bu 'yasaklı' eşyaları topluyo. müthiş!! uğurlu falan olmayan, türbeye mürbeye de sürtmediğim sadece 'sevdiğim' kalemim sıkıntı yaratıyo. ben de 'ama adamlar yazmış' diyerek fazlaca uzatmıyorum ve yaradana sığınarak kalem ve silgimi, evladını avluya terk eden bir ana gibi bırakıyorum kapının önüne. 21 yıllık ömrümün de en büyük mucizesi, sınav bittikten sonra kalem ve silgimi bıraktığım yerden  alabilmemle gerçekleşiyo orası ayrı. 

kalem ve silgiyi de bıraktık; bak ona da eyvallah ama işte anahtarıma da el kol yaptın ya, orada kopuyodu film. evimin anahtarı ulan, kreşten dadılar eşliğinde gelmedik ya sınava.. artık onu çıkartmadım cebimden, geçtim sinsice..

1-2 dk.lık aramadan sonra sınav salonumdaki yerimi aldım. soru kitapçığını kontrol ediyordum ki; 'ales maça etkili başlıyor ve durum 2-0'a geliyor..' SİSTEM DEĞİŞMİŞ!!! -size de, bana geldiği kadar doğal geliyor değil mi?- keşke haberimiz olsaydı. bu durumu, eksik sayfa var mı diye kontrol ederken öğrendiğimiz iyi oldu. 80 sözel, 40 say-1, 40 say-2 yapacağımı sanıyordum ki kitapçıkta say-1 için 40'tan sonra 41,42..,50nin de geldiğini görünce küçük çaplı bir şok yaşadım. ancak salondaki diğer 60 adayın da bu durumdan bi'haber olması bendeki gerginliği azalttı. 'e şimdi bunları hangi puan türü için neye göre cevaplıyoruz o zaman?' şeklindeki bir soruya gözetmenlerimizin de kem küm etmesi, buraları bana bir kez daha dar ediyor. neyse ki adayların arasından bir pehlivan çıkıp bildiğini bizlerle paylaşıyor ve ona göre biz de allah'a emanet bi'şeyler yapıyoruz. 

bu kadar sürprizli bi sınavın üstüne bi de toplu taşınma macerası yaşamasaydım olmazdı tabii ki. e zaten nasıl olmasın? pazar günü olduğu için sınavdan aynı anda çıkan binlerce adayı taşıyacak otobüs sayısı üç beş felan. bizim buranın otobüsüne en son binebilen ben oldum. kapıya sıkıştım hatta. ancak inat ettim inmedim. son bir kez nefesimi tutup karnımı içeri çekip vatandaşa yüklendim ve o otobüste yolculuk etmeye hak kazandım. kesinlikle kazanılmış bir hak o, sahip olmakla alakası yok. ve bir kez daha gördüm ki; ağzına kadar dolu bi otobüste 'ön kapı şenlikleri', ahırkapı hıdrellez şenliklerine kıyasla daha fantastik bi ortam. insanın aklı hayali almıyo..

28 Kasım 2010 Pazar

atar'i.

şaka maka, waka waka derken yaklaşık bi aydır buraya adam gibi bi'şeler yazamamışım. açıkçası bu durum beni şaşırttı. çünkü ben her boka söyleyebileceğim bi'şeyler var sanıyordum. msn'e ve facebook'a sığamayıp bi anda blog açmam, tumblr almam - ki onu da aldım ama kullanmıyorm, hikayesini en sona yazayım - twitter ortamına katılmam falan hep bu yüzden.

''madem 1 aydır yazamıyosun demek ki her boka da verecek bi cevabın yokmuş işte şapşik!''  tarzı sesli düşünümlerinizi duyar gibiyim. ama durum pek de öyle değil.

durum şu: ben aslında atarlarından beslenen, bi'şeylere kızdığı zaman güçlenen, hiçbir şeyi beğenmeyen ve her şeyi eleştirerek ayakta duran sefil psikopatın tekiyim!

yavaş! bu da çok ağır oldu birader! (evet, aynı zamanda kendi kendime de konuşuyorum)

yani söylemek istediğim şey şu; sadece bu blog geçmişime baktığımda bile yalnızca atarlandığım zaman  bir üretimde bulunabildiğimi fark ettim. şu an aklıma gelen mini devriye ve seat saver yazılarımda bile görünürde beğendiğimi ifade ederken temelinde ufak ufak isyan etmişim.

bu durum tespitini yaptıktan sonra, son 20-25 günlük yaşam dilimimi gözden geçirdim ve gördüm ki, pek de atarlanacak bi'şeyim olmamış. ya da olmuş da bünyemde gerekli etkiyi yapacak şiddette olmadığı için bir dışa vurumda bulunmamışım. bu nedenle de buralar boş kalmış. allahtan mekan benim de bi sorun olmamış.

aslında kasım başına denk gelen vizelere  teorik olarak atarlanmam gerekiyordu. hem de öyle böyle değil. sonuçta mühendislik öğrencisi olarak, bir hukuk öğrencisi kadar ezber yapıyorum. ilk sınavımızın ilk ''mantık/yorum'' sorusu, kuantum fiziğine katkıda bulunan bilim adamlarının isimleri ve ne şekilde katkı yaptıklarıydı. ama bunlara ''sahada'' cevap vermeyi istediğimden olacak ''atıp tutma'' işini burada değil sınav kağıdında yaptım.

sınavlar bittikten sonra da zaten bayram geldi. millet konya'dan kenya'ya bütün dünyayı gezip facebook'ta ilan ederken, ben zaten okula gitmek için o yolu teptiğimden, bayramda evimde oturmayı tercih ettim. hatta yetmedi bayramı da uzattım, geçen haftayı da evde rölantide geçirdim. böyle evde olmak, metrobüse binmemek, derse girmemek falan çok hoşuma gitti. öyle ki avcılar'a gitmediğim her günü de bundan sonrası için bayram ilan ettim. 

e hal böyle olunca da şuraya geliyoruz: evet benim her boka verecek bir cevabım var ama ortada cevap verecek bi bok yok.

ama panik yok. yarından itibaren erken kalkmaya, okula, metrobüse geri dönüyorum. bu da kalabalıktan ve kaostan en kısa zamanda sıkılacağım ve atarlanacak bol bol şey bulacağım anlamına geliyor. 

haaa, eğer gene yazacak bi'şey bulamazsam o zaman kapatır giderim efendi gibi.

saygılar.

mini öykü: tumblr'ı alma sebebim tamamen seat saver'daki parselleme içgüdüsü. ''memré'' adındaki fransız kişisi,  ''memre'' şeklinde blog ve twitter hesabı aldığı için benim isim bulma konusunda çok zorlanmama neden oldu. ben de çakalım ya, küçük hesapların adamıyım ya; yarın öbür gün tumblr da çok popüler olursa orayı da kaptırmayayım diye alıverdim hemen.

10 Kasım 2010 Çarşamba

çakal.

ayakkabısının bağını gevşek bağlayıp, her seferinde öyle giyip çıkartan adam mı

 - yoğusam-

toplu taşıma araçlarının duraklarında, kapının açılacağı hizayı bilip ayarlayabilen adam mı, daha çakaldır? bu tartışılabilir.

ancak her ikisini de günlük hayatta uygulayan ben, her türlü tam bir çakal olmuşum. dün fark ettim.

3 Kasım 2010 Çarşamba

terapist.

şu sıralar psikolojim gerçekten bozuk. tam bir psikopat olmak üzereyim.

zaten 2010'un son çeyreğine bozuk bir psikolojiyle girmiştim. bunun temel nedeni gelecek kaygılarıydı. okul bu sene kazasız bitebilecek mi? okul biterse ne halt yiyecez? işe mi girecez, yüksek mi yapacaz, askere mi gidecez? askere gidersek nereye düşecez? yüksek yaparsak ne üzerine yapacaz? vb. serbest çağırışım üzerine kurulu bir kaygı mekanizması ile kendi kendimi yıpratıp durmaktaydım.

bu geleceğe yönelik kaygıların yanı sıra mevcut olan günlük kaygılar da olumsuz psikolojiyi iyice tetiklemekteydi. dengesiz havalar, uykuyu tam alamama, sabah-akşam yaşanan metrobüs çilesi, istanbul nüfusunun tahminen 82 milyon oluşu vb. gibi..

tüm bu genel havanın üzerine vizelerin de gelişiyle şu an iyice mala bağlamış durumdayım.

sanırım bu psikolojik buhran dönemini atlatabilmek için birilerine ihtiyacım var. özel birilerine..yanımda olabilecek, naza çekebileceğim birilerine..

böyle sinirlendiğim, darlandığım, atarlandığım zamanlarda ''gel ulan buraya!!'' diyip polo yaka t-shirt'ünün iki yakasından tutup ağız-burun, kafa-göz girişebileceğim.. kafam bozulduğunda tekme-tokat dalabileceğim.. karşıma alıp ana-bacı sövebileceğim.. canım sıkıldığında amerikan güreşi hareketlerini uygulayabileceğim..

adrenalin bağımlısı gençlerin ''fight club'' eğlencesinden bahsetmiyorum. benim istediğim tek taraflı bir öfke terapisi. ben böyle bütün hıncımı çıkarırken o öylecene tepki vermeden, kuzu gibi duracak.

bu yöntemle müthiş bir huzur bulacağıma eminim. ayrıca bence herkesin böyle ''biri''si olsa, herkes mutlu olur, şeker gibi bi insan olur. sokaklar daha güzel olur, kentteki kaos yerini huzura bırakır. asık yüzler gülücük dolar.

bence asıl terapi budur, asıl terapist o'dur.

saygılar.

12 Ekim 2010 Salı

inception.

bobiler'de inception ile ilgili çalışmalar.. uykusuz & penguen'de inception şakaları, espirileri.. takip ettiğim çeşitli bloglarda ilgili yazılar.. herkes inception'la ilgili bi'şeyler söylüyor. ben de bi'şeyler söylemek istedim.

öncelikle şunu belirtmeliyim ki ben filmi beğenmedim. daha doğrusu beğenemedim. çünkü izlemedim. onun da daha doğrusu izleyemedim. ben filmi kesinlikle izlemek istiyorum ancak bir mistik güç mü diyeyim, bir enerji mi diyeyim, bi'şey benim bu filmi izlememi engelleyip duruyor.

6 ağustos 2010 falandı yanılmıyorsam film vizyona girdiğinde. ben de o tarihlerde manisa'da stajdaydım. izmir'deki arkdşlarıma teklif etmemle başladı her şey. onun da daha doğrusu onların '' ama biz şimdi bilet aldık, o filme giriyoruz zaten. keşke 10 dk önce arasaydın..'' demeleriyle başladı. o günden beri de bi'şekilde olmadı. en az 15 kişiye teklif ettim. yarısı '' ben ona gittim zaten yaaaa ama güzel film, git sen de'' dedi, bi kısmısı '' bu ara çok yoğunum kusura bakma'' dedi, geri kalan azınlık da önce ''tamam'' dedi sonra bi aksilik çıktı gidilemedi. bi ara isyanım geldi ''ulan kendim gideyim, alırım popcorn'umu da haşır huşur yiye yiye izlerim'' dedim ancak onu da yapmadım. kaldı öyle..

işin ilginç yanı da, başka bir mistik güç veya enerji de filmle ilgili ''spoiler'' almamı engelliyor. yani 2 ay oldu. bi sürü şaka, espiri, yazı, photoshop çalışması falan gördüm, sadece filmin tanıtımında olan kadar bilgi sahibiyim filmle ilgili. onu da anlamış değilim.

acaba diyorum; bu filmde benim görmemem gereken bi'şeyler mi var? filmi izlesem kötü şeyler mi olacak, başıma işler mi gelecek yoğusam bana bi'şeyler olacak da ben mi insanlara kötü şeyler yapacam? merak ediyorum. 

hem filmi izleyip, hem bu yazıyı okuyan, hem de birebirde beni tanıyan arkadaşlarım acaba bana yardımcı olabilirler mi? şöyle bir filmi hatırlayıp, gözden geçirip sorularıma cevap bulabilirler mi? şimdiden teşekkür ederim.

11 Ekim 2010 Pazartesi

toplu taşınma fobisi.

bi önceki söylemimde de belirttiğim gibi haftasonu eskişehir'e gittim ve de ulaşımımı demiryolu ile sağladım. bu tren yolculukları bi'şeyi fark etmeme neden oldu: toplu taşıma bende travmaya sebep olmuş!

dönüş yolculuğunda zaten fosur fosur uyuduğum için herhangi bir sorun olmadı ancak gidişte gerçekten gerilim dolu anlar yaşadım. trenin her yolcu alışında, kalkıp yer vermek durumunda hissettim kendimi. her seferinde biletli yolcu olduğumu, yolculuk boyunca o koltuğun bana ait olduğunu - paranın gücü - yok sayarak, allah'ım n'olur yaşlı kimseler trene binmesin diye içimden geçirdim. ne zaman da hürmet göstereceğim yaşı geçmiş biri bindi trene, benim bünyede strese bağlı bi titreme oldu. kalkıp yer vermek üzere bilinçaltımdan defalarca komut geldi. allah'tan atik değilim de bilinçaltımın komutlarını anında yerine getirmedim. ölçüp biçmeye, ''ulen biletim var, bu koltuk benim'' diyebilmeye vaktim oldu da yerimden kalkıp rezil olmadım.

ama şunu da söylemeliyim ki bir seferinde; takımı atak yaparken saha kenarında havaya tekme sallayan, empati kurarak oyuncusunun ayağındaki topa kendisi vurmak üzere hamle yapan Yılmaz Vural gibi, benim bünye de bi hareket yaptı. kıçım koltuktan bi 1.5 cm kadar yükseldi, sonra kendimi tuttum ve oturdum. sanıyorum iskelet sistemimin de kendine ait bir bilinçaltı var. bilemedim.

sanıyorum benim bir tedaviye ihtiyacım var. yoksa gün gelecek, kendi arabamla kırmızı ışıkta beklerken, yaya geçidinden geçen bir büyüğüme anahtarları verecem, al abim geç sen otur diyecem..

eskişehir.

haftasonu eskişehir'de idim. n'apsam, n'etsem de bi hava değişikliği olsa diye düşünürkene doğum yerim eskişehir'e gideyim dedim. doğduğum yer diye de niteleyince özümü aramaya gitmişim gibi oldu ama yok, özümde olanı yaşamaya, arkadaşlarımla eğlenmeye gittim.

cuma günü'nün öğle saatlerinde, 13.30'daki trenime yetişmek üzere, müthiş bir sağanak yağmur eşliğinde yollara düştüm. evden beşiktaş'a, beşiktaş'tan vapurla kadıköy'e, kadıköy'den de yürüyerek Haydarpaşa'ya geçtim. - eskişehir'e trenle gittim çünkü trenleri seviyorum, Haydarpaşa'yı seviyorum, vapurları seviyorum, İstanbul'u bir tek boğazdan vapurla geçerken seviyorum.- kalkış saatinden yarım saat kadar önce trendeki yerimi aldım. açıkçası, biletine bakıp da trendeki doğru yerini alamanyalara da bol bol şaşırdım.

trenin hareketinden sonraki ilk 40-45 dakikalık, istanbul içindeki ara duraklarda geçen periyodu, penguen ve uykusuz okuyarak geçirdim. yolculuğun geri kalan kısmını ise camdan dışarı bakarak; dağı, taşı, toprağı, yeşili, çimeni, akarsuyu vs. izleyerek geçirdim. bi ara böyle uykum gelmişken, tam gözlerim kapanmak üzereyken, bu güzel manzarayı kaçırmamak adına kahve içmeye karar verdim. 3'ü 1 arada nescafe'ye 2.5 lira vermenin, uykumun açılmasında kahveden daha etkili olduğunu söyleyebilirim.

eskişehir'e indiğim anda ilk hissettiğim şey soğuk oldu. gerçekten soğuktu. lazım olursa diye çantama eldiven, atkı falan atarken abarttığımı düşünmüştüm ancak yetersiz kalmalarını hiç beklemiyordum. evet donmadım ama gene de üşüdüm. ''ekim'de havalar böyleyse, daha bunun aralık'ı var ocak'ı var..'' diye düşünerek de kendimi germeyi ihmal etmedim.

eskişehir'de birbirinden güzel, birbirinden sevimli, birbirinden harika, herbirini ayrı ayrı çok sevdiğim dostlarımla keyif aldığım bir 1.5 gün geçirdim. hep beraber yedik, içtik, güldük, eğlendik ve bol bol yürüdük. - küçük şehrin cazibesi 2; her yere yürüyerek ulaşabilme imkanı, işte bunu seviyorum! - eskişehir'de olup da programını bana göre ayarlayan, beni evinde misafir eden; ankara'da olup da ricamı geri çevirmeyip eskişehir'e gelen güzel insanlara buradan teşekkür ediyorum.

gezinin kendisi bir yana, tren biletleriyle ilgili de bir paragraf açmak gerektiğini düşünüyorum. öncelikle gidiş biletimin kesim saatinin 16:16:16 , dönüş biletimin tarihinin de 10.10.10 olması ilginç detaylar olarak gözüme çarptı. yine biletlerde yazan 'planlanan varış saatleri'nin karşılığının 02:43, 07:13, 17:26 gibi ifadeler olması bir diğer ilgimi çeken nokta oldu. tahmin edeceğiniz gibi her bir varış saati 25-40 dk civarı gecikti. buna rağmen her bilete böyle abidik net saatlerin yazılmasının nedenini anlamış değilim. burası türkiye.. yaz yuvarlak bi'şeler gitsin. 07.13 yazacağına, ''işte en kötü 8 gibi falan orada oluruz'' yazsan hiç de ayıp olmaz yani. 07:13 yazmak daha ayıp bence.

biletlerle ilgili son detay ise bileti aldığım acentenin bana yaptığı ayıp olacak. çok da abartmış olmayayım ancak herhalde bi 32 defa falan sormama rağmen yine de biletimi yanlış kesmişler. - o bilet yandı, yenisini almak durumunda kaldım - allah'ıma çok şükür istanbul'da yaşarken paranoyak oldum da, sabahın erken saatlerinde işkillenerek gecenin bi saati mal gibi ortada kalmaktan kurtuldum. şüpheci tutumumdan dolayı kendimi takdir ediyorum.

pazar sabahı evde olup yeni haftaya daha rahat başlamak adına dönüşümü fatih ekspresi ile yaptım. 02.43'te gelmesi beklenen ancak 03.20'de gelen trenime bindim ve uyuya uyuya geldim. ancak dönüşte haydarpaşa'da inip vapurla boğaz keyfi yapmayı istemedim. bunun 2 günlük bir kaçamak olduğunu, ertesi sabah rutinime döneceğimi hatırlamak, bu rutine dönüşün travmaya neden olmasını engellemek adına söğütlüçeşme'de inip metrobüse bindim.

eve geldim, pijamalarımı giydim ve uykumu tamamlamak üzere hasret kaldığım yatağıma girdim..

2 Ekim 2010 Cumartesi

şaşırtgan sizi sn. Taylor.


''Türkiye Facebook yöneticisini şaşırttı.

Türkiye, 22.6 milyon kullanıcıyla Facebook’ta 4’üncü sıraya yerleşti. Facebook Teknoloji’nin Başkanı Bret Taylor, durumu 'Oldukça sosyal bir ülke olmalısınız. Bu çok ilgi çekici bir durum.' diye yorumladı.'' haberin devamı..

bugün gazete okurken rastladığım bir haber bu. okuduktan sonra ben de şaşırdım açıkçası. ama ben bu duruma şaşılmasına şaşırdım.

bi kere bu kadar kullanıcı, bizim sosyal değil bilakis sosyopat olmamızdan kaynaklanıyor. evde oturup akşama kadar video izlemek, oyun oynamak, vakit geçirmek, ''gerçekten sosyal'' olanların fotoğraflarına bakıp hayıflanmak için kullanıyoruz facebook'u. kaldı ki bu 22,6 milyon hesabın kim bilir kaç milyonunun da sahte olduğunu; yalan isimlerle milleti taciz etmek üzere alındığını da incelemek lazım.

internet sansürlerini unutalım, kendimizi sosyal sanalım diye yapılmış bir haber olabilir. bilemiyorum. alın size komplo teorisi..

seat saver.

''seat saver''. yer tutucu diyelim. tatillerde falan havuz başındaki veya plajdaki şezlongu bağlamak için kullanılan havlunun şehirli kardeşi. insanoğlundaki bu çakallığı sezen ürün tasarımcıları, sadece şezlongla veya havluyla sınırlı kalmayalım diye böyle bir girişimde bulunmuşlar.

havluyu şezlonga attığımız gibi bunlardan birini de toplu taşımada, sınıfta, kütüphanede, stadyumda, salonda, kısacası koltuk olan herhangi bir yerde, beğendiğimiz yeri tutmak için kullanabiliyoruz.

mesela tribündesin. erkenden gitmişsin. en güzel yeri seçip oturmuşsun. bi zaman sonra tuvalete falan gitmen gerekiyo. e bi de kurtlar sofrası, bi kalksan kapacaklar fıstık gibi yeri. n'apıyosun? daha önceden almış olduğun ve yanında getirdiğin bir adet ''seat saver''ı cebinden çıkarıyosun ve koltuğa yerleştiriyosun. gidiyosun, işini halledip dönüyosun. kafan zaten rahat çünkü sen orada değilken kimse hamle yapmıyo senin koltuğa. ''aayyy piiiiis burası!!'' diye çekip gidiyo. döndükten sonra da kimseyle, ''birader, orası benim yerimdi!'' muhabbetine girmiyosun. bence çok temiz.

hepimizin mini çakal olduğu bu dünyada başarılı bir ürün..




mutsuzluk.

uzun zamandır kimseyi mutlu görmedim. aynada, sokakta, okulda, otobüste.. herkes bi mutsuz. kimseler halinden memnun değil.

sabah 8 buçuktaki ders için 6'da kalkan da mutsuz, 8'de kalkan da..

otobüste ayakta giden adam, oturamadım diye mutsuz; oturarak giden adam, birazdan yaşça büyük biri binecek, yer vermek zorunda kalacam diye gergin..

maaşı 1.000 lira olan mutsuz, 1.500 lira olaydı kral gibi yaşardımın hesabında.. ayda 10.000 kazanan adam da mutsuz, onu 20.000 yapmanın peşinde..

zayıf adam kilo alacam diye uğraşıyo, şişman adam verecem diye uğraşıyo. ben böyle iyiyim, diyen yok.

sevgilisi olan, bekarlık sultanlık diyo; sevgilisi olmayan adam, böyle yalnız da çekilmiyo diyo..

kimisi yalnızlıktan sıkılıyo, kimisi kalabalıktan yoruluyo..

40 yıl boyunca mahallesinden dışarı çıkmayan, buralarda kaldık diye mutsuz; 2 ay dünyayı gezip dolaşan, eve döndük diye mutsuz..


starbucks'ın keki bile mutsuz..

kısacası hepimiz mutsuzuz. çünkü doyumsuzuz, çünkü arsızız. elde olmayanı istemeye programlanmışız. bir türlü tatmin olup da kendimizi mutlu hissedemiyoruz. ''küçük şeylerle mutlu olmak'' diye bi tabir vardı, onu da değiştirdik; artık küçük şeylerle de mutsuz olabiliyoruz. tamamen buna odaklıyız. mutsuz olmak için yaşıyoruz.

elimizde sihirli bir değnek olsa; değneği yere dik koyar üzerine otururuz. bu kadar net.

bize kim dur diyecek merak ediyorum..

20 Eylül 2010 Pazartesi

memre'nin suçu ne?

önceki söylemimden de anlaşılacağı üzere, klişeleri pek severim(!). böyle bir başlık seçiminin nedenlerinden biri de yine bu sevgi(!)dir. milyonları? ekran başına kilitleyen bir ''tecavüz'' sahnesi - ki böyle bir sahneye neden kitlenildi tam olarak bilemiyorum, sonuçta gazetelerimizin 3. sayfaları hep bunlarla dolu... - içeren dizinin ismi (bkz: fatmagül'ün suçu ne) yeni toplum klişemiz olmaya aday. böyle manşetler atılmaya çoktan başlandı bile..(bkz: nurcan'ın suçu ne)

bu başlık seçiminin diğer bir nedeni ise, bundan sonra anlatılacaklara cuk oturduğunun, tarafımca tespitidir. dizide; toplumun suçu, toplumun yarası, bence dünyanın en iğrenç olayı, fatmagül bireyine indirgenmiş olup, gelişmeler o birey üzerinden aktarılacaktır. bu yazıda da hepimizin ortak sıkıntısı, ama muhtemelen de insan ömrünün en güzel dönemi bu bireye indirgenerek aktarılacaktır..

şaka maka 2 sene okul öncesini de dahil edersek; 8 sene ilköğretim, 4 sene lise, 4. sene de üniversite, 18. eğitim-öğretim yılı başlıyor. - oha. hesap edince daha çok koydu. resmen ömrümü vermişim eğitim işine. okula gitmediğim ilk yılların da ailede temel yeme, içme, tuvaletini söyleme, konuşma eğitimiyle geçtiğini düşünürsek, vay benim halime - 18 yıllık tecrübe olmasına rağmen, yine o son gece yine o aynı heyecan yaşanıyor bünyede. bi kere hiç bi'şe olmasa, 3'te yatılıp 12'de kalkılan yaz tarifesinden çıkman gerekiyor. tabi ki gene 3'te yatıyorsun ama 7'de falan kalkman gerekiyor. bu da sıkıntı tabii. öyle bi anda 9 saat uyuyup, uyandıktan sonra da evde pineklediğin bir düzenden, 4 saat uyuyup okula gittiğin bir düzene geçmek bünyeyi olumsuz etkiliyor. 

hadi uykuyu bi düzene koyduk diyelim. ki koyuluyor da yani. önce 4-5 saat uyusam yeter diyerek başlıyorsun,  yeterse devam, yetmezse de, tamam ya 6 saat iyidir diyorsun, kendine bi sistem yapıyorsun. uyku düzeni tamam da, bu istanbul'un düzenini n'apacağız. hani uykumdan ben sorumluyum da bu istanbul'un sorumlusu kim?. benim için en büyük heyecan o. heyecandan öte gerginlik. günde yaklaşık gittin-geldin 60 km yol yapan, bu yolu da toplu taşımayla yapan bir birey olarak şu an panik halindeyim. bu sene nelere şahit olacağız, heyecanla bekliyorum. bir de sağolsun benim canım, güzelim okulum; Allah'ın dağındaki kampüsü, mahalle mektebi şeklinde değerlendirip, haftanın 3 günü sabah 8.30'a ders koyduğundan heyecanım 3.1 katsayısı ile çarpılmakta.. ''acaba memre derse yetişebilecek miydi?? yoksa 6 metrobüs aynı anda bozulduğu için derse 35 dk gecikip, devamsızlıktan kalacak mıydı??(true story)'' gibi sorular, bu sezon da bol bol yanıt arayacağımız sorular olacak.

heyecan dozunu arttıran en önemli faktör de, 18.nin sonuncu olabilme ihtimali. olur da yüksek lisans falan yaparsam, heyecan 2 sezon daha devam edecek ancak bu da bu sezon kendisine yanıt arayacağımız sorulardan bir tanesi. yapımcılar kesin bi'şeyler söylemiyorlar yani. henüz belli değil. yine de böyle bir ihtimalin varlığı bile insanı heyecanlandırıyor. ''yoksa bu, sonun başlangıcı mıydı?!?!'' (ver müziği) diye düşünmüyor değilim. ''okul biter de çalışmaya başlarsam?''. allah ömür versin - amin -, bu soru cümlesi aklıma geldiği anda, bir sonraki düşünce bulutu, dede olduğum görüntüleri içeriyor. hani işe başlıyorum, 43 yıl geçiyor, emekli oluyorum ve dedeyim. eşiyle sizli-bizli konuşan, -atıyorum- ''neriman hanım, torunlarınıza şeker bi'şey verdiniz mi?'' diyen bir dede. inşallah öyle günleri de görürüz de, söylemek istediğim şey şu anda bundan korktuğum. okul bi biterse, direk dedeyim gibi geliyor, panik oluyorum. 

yine de benim bütün bu heyecanıma rağmen, zaman son derece sakin. hep olduğu gibi yine soğukkanlı, akmaya devam ediyor. ben burada eğlenirken o yine işini yaptı, tik-tak devam etti. ve gördüm ki alarmın çalmasına 6 saat kalmış, son gece başlamış bitiyor.. 

üst geçidine küfür ettiğim, otobüse binmek için mahşer yerinde sıra beklediğim; yer kapmak için ayrı, kaptığım yeri kaptırmamak için ayrı oyun çevirdiğim, uykulu gezmekten mimiklerimi kaybettiğim muhteşem bir - öyle gibi duruyor - final sezonu bizi bekliyor. bu süprizlerle dolu yeni sezonda da metrobüsteyiz. bizi izlemeye devam edin..

17 Eylül 2010 Cuma

beautiful day # 1

sıradan bir günün sabahında, hiç de sıradan olmayan bir şekilde telefonum çaldı. arayan numaranın, bizim operatörlerden birine ait olmadığı kolaylıkla anlaşılıyordu. başımı öne eğip, kaşlarımı kaldırıp bir müddet arayan numarayı inceledikten sonra telefona cevap verdim. arayan bono'ydu.

bono ile 2-2.5 yıl kadar önce, facebook üzerinden poker oynarken tanıştık. herkesin 1000 krediyle başladığı, sıfır kredisi kalanın elendiği masalardan birinde son ikiye kalmış, uzun bir süre yenişememiştik. karşılıklı hamlelerimizi takdir etmekle başlayan muhabbet kısa sürede ilerlemiş, sonuçta bugünlere kadar gelmiştik.

klasik hal-hatır soruları sorulmuş, ''hiç arayıp sormuyorsun yaaaa'' tripleri atılmış, muhabbet iyice koyulaşmıştı. laf lafı açtıktan, 10 dakikaya yakın havadan sudan konuşulduktan sonra söz dönüp dolaşıp istanbul'daki U2 konserine geldi. ''ulen istanbul'a geliyoruz, arayıp sormuyorsun görüşelim diye'' şeklinde gelen bir sitemin üzerine verdiğim '' asıl sen aramıyorsun kardeşim, istanbul'a geleceğinizi gazetelerden okuyoruz. ayıp değil mi lan?!'' cevabından sonra ortam biraz gerilse de, karşılıklı yapılan şakalarla atmosfer kısa sürede eski haline döndü.

bana istanbul'da uyması gereken programdan bahsettikten, müsait olduğunda bana haber vereceğine dair sözleştikten, her şeyi de telefonda konuşup bitirmeyelim dedikten sonra telefonu kapattık.

aradan bir kaç gün geçtikten sonra beklenen telefon geldi. camii ve boğaz köprüsü klişesini o'na da uygulamam gerektiğini düşündüğümden ortaköy sahilde buluşmak üzere sözleştik. yaklaşık 3/4 saat (45 dakika) sonra sözleştiğimiz gibi buluştuk. sahildeki kafelerden birine oturduk. türkler uçtuğu, herkes kendi dünyasında olduğu için bono'yu tanıyıp da bize bulaşan olmadı. bir arkadaş gelip ne istediğimizi sordu. bono'ya bakıp, '' sen türk kahvesi iç, ben de irish cream'li bi kahve içeyim, şeklimiz olsun ;) '' dedim. bu fikir onun da hoşuna gitti ve siparişimizi verdik. bir süre hasret giderdik, poker üzerine şakalar yaptık, klişe facebook videolarını birbirimize anlatıp güldük, eğlendik vs. kahvelerimiz de geldikten sonra, '' hazır bu kadar klişeyi bir arada yaşıyoruz, ister misin, soru cevap röportaj gibi takılalım biraz? sen röportaj vermekten sıkılmışsındır ama muhabbet olur? '' dedim. '' e haydi bakalım!'' dedi ve başladık.

memre: öncelikle Türkiye'ye hoşgeldiniz demek istiyorum.
bono: teşekkür ederim, hoşbulduk.
me: sizce biraz geç kalmadınız mı gelmek için?
bo: geç olsun, güç olmasın.(gülüyor)
me: ooo, hemen de kapmışsınız bakıyorum.
bo: (gülüyor)
me: Türkiye'yi ve türk halkını nasıl buldunuz?
bo: kesinlikle dışarıdan bilindiği gibi değil, öncelikle onu belirtmeliyim. biz avrupa'dan baktığımız zaman, bu taraflardaki adamları sakallı silahlı, kadınları da kara çarşaflı olarak görüyoruz. bu nedenle gelmeden önce çekincelerimiz vardı. her ne kadar seni bireysel olarak tanısam da senin ekstrem örnek olduğunu düşünüyordum. toplum genelinin öyle olduğunu görünce gerçekten şaşırdım. insanların da bu kadar içten ve iyi niyetli oluşu beni ayrıca şaşırttı. Türkiye geneli için ise bir şey söylemem doğru olmaz çünkü biz istanbul'a geldik ve istanbul'un da en güzel yerlerinde kalıyoruz, geziyoruz, yiyoruz. ancak belirtmeliyim ki istanbul tam bir dünya şehri. kıymetini bilmelisiniz.
me: merak etmeyin çünkü biz de buradan baktığımzda batı'yı genel olarak ahlaksız, seviyesiz, sürekli sevişen, günün genelinde alkol tüketen, bin bir türlü kötü alışkanlık sahibi tipler olarak görüyoruz. (gülüyorum)
bo: siz de haklısınız tabii. (biraz bozuluyor)
me: pekiii, bono'ya soruyoruz. neden müzik?
bo: (kahvenin üstüne bir şişe su istiyor, bense böyle yerlerde suyun büfelerdekinden daha pahalı satıldığını bildiğimden istemiyorum) siz de klişeleri pek seviyorsunuz anlaşılan. (gülüyor) şöyle cevap vereyim. müzik, insanın kendisini ifade etme şeklidir. kimisi resim çizer, kimisi fotoğraf çeker, kimisi yazı yazar. benzer örnekler verilebilir. ben de kendimi ifade etmek için müzikle uğraşmaya başladım ve bu yolda devam ettim.
me: eğer müzikle uğraşmasaydınız, ne yapmak isterdiniz?
bo: metalurji & malzeme mühendisliği olabilir. (gülüyor)
me: (gülüyorum)
bo: şaka bir yana böyle birşeyi hiç düşünmedim, düşüneceğimi de hiç sanmıyorum. çünkü ben müziksiz yapamam. müzik olmasaydı, ben de olmazdım.
me: Türkiye'deki genç müzisyenlere tavsiyelerde bulunmak ister misiniz?
bo: onlardan banane. ( =P yapıyor ve gülüyor). bence önemli olan kendilerini en doğru şekilde nasıl ifade edeceklerini keşfetmeleridir. bono abi'leri olarak onlara kapım her zaman açık.
me: hep genel konuştuk, kendi merak ettiğim birşeyi sormak istiyorum müsadenizle?
bo: tabi buyrun.
me: şimdi bu ''irish cream'' i siz sürekli tüketiyor musunuz, çayda kahvaltıda?
bo: len keko, onun adı ''turkish delight'' da, siz habire lokum mu yiyorsunuz? (gülüyor)
me: (ben gülmüyorum)
bo: n'oldu kızdın mı?
me: yoo, ne kızıcam ya..
bo: kızma yaa şaka yaptım.
me: tamam ya kızmadım işte.
bo: keko dedim diye kızdın değil mi, özür dilerim.
me: tamam yok birşey.
bo: tamam.
me: tamam.
bo: ...
me: o zaman bize vakit ayırdığınız için size çok teşekkür ediyoruz.
bo: asıl ben teşekkür ediyorum.

kahkahalar eşliğinde bu geyiği bitirdikten sonra deniz havasının bize yettiğine ve biraz da gezmek gerektiğine karar verdik. hesabı alman usülü ödedikten sonra mekandan ayrıldık...

14 Eylül 2010 Salı

ÇifT haseki Paşa.

şu hayatta da en çok merak ettiğim bir şey varsa, o da  fast food mekanlarında müşteriye verilen peçete sayısının azlığıdır. ben bunu gerçekten çok merak ediyorum. öyle böyle değil yani. hani mesela ''dünya dışında bi yerlerde de hayat var mı acaba?'' diye de merak ediyorum, '' öss'de 10 puan daha fazla yapsaydım n'eler olurdu acaba?'' diye de ancak hiçbiri bu peçete merakım kadar şiddetli değil. çünkü onlar zaten ütopik şeyler. herkes merak ediyo uzayı. millet kafayı yiyo, kars'ta varsa mars'ta da hayat vardır kesin, diye (kars'lı arkadaşlar alınmasınlar, ses uyumu kaynaklı kelime şakası yaptım kendimce, beni gidi kerata). dünyanın parasını emeğini gömüyolar bu işe. net bi'şey de olduğu yok. ''anammm mars'ta su bulduk, su varsa kesin yaşam da vardır!!'' şeklinde çıkarım yapıp seviniyolar, ''işte bu sefer yakaladık sizi uzaylılar!'' diye. sonra bi kaç gün geçiyo, ''eneeeee su değilmiş, taş deseniymiş, gözümüz yanılmış'' diyolar. onların da işi zor.

öss zaten başlı başına bir muamma. adı bile değişiyo habire. bi oluyo öss, bi oluyo öys, en son oldu ygs-lgs falan. o kadar acayip bi'şey yani. herkesin ütopyasında da yeri var. adam 350 yapıyo, ulan 10 puan daha yapaydım tıp oluyodu, diyor. bi başkası 170 yapıyo, ulen 10 puan daha yapaydık barajı geçiyoduk, diyor. herkesin bi 10 puan fazlalı hayali var yani. ondan o da sarmıyo pek.

peçeteye gelince.. peçete ulan işte. bu merakı diğerlerinden üstün kılan da zaten onun peçete oluşu. yani onun peçeteliğini merak etmiyorum. ''abi adamlar ağaçtaki selülozdan bunu nasıl yapıyolar yaa?'' demiyorum. ona da saygım sonsuz tabi ama beni ilgilendiren kısmı orası değil. beni ilgilendiren kısmı bu peçete verimi konusundaki bencillik.

ortalama bir fast food mekanına gidiyosun mesela. isim vermeyelim de işte patatesli hamburgerli bi mekan olsun. genel olarak en çok onlar tercih ediliyor çünkü. siparişini veriyosun, şu menü olsun lütfen diyosun, içeceğiniz ne olsun falan diyor kasadaki bay/bayan çalışan. böyle de kibar bir diyalog. o sizli bizli konuşuyor, sen de lütfediyorsun falan. acayip güzel bir atmosfer. sonra siparişler tepsiye gelmeye başlıyo yavaş yavaş. bir karton içinde kızarmış patates, bazen kağıda sarılı; bazen kağıda da sarılı olmayan, karton bir kutuda ikamet eden bir hamburger, tercihen yine karton içinde kızarmış ekstralar (soğan halkası, tavuk parçacıkları vs.),-bu da yeni cinslik- bir süredir paraya tabi olan soslar, karton bardakta içecek, pipet ve deeeee 1 adet ''peçetee''.

tepside oluşan bu tablo sonrasında kibarlık bitiyor, o çizgi bozuluyor, çünkü sana çatal-bıçak verilmediğinden tüm o tepsidekileri elle yemen gerekiyor. hadi tamam elle yiyelim, eyvallah. e peki güzel kardeşim, peçeteyi neden 1 tane veriyosun? bana yemeğimi elle yedirtiyorsun da peçeteyi neden esirgiyorsun. ver ulan ordan 5-10 tane. belki ben 10 parmak patates yerken cep telefonum çalacak, eski parayla ayda 5 milyar maaşla çalışacağım bir iş teklifi gelecek; ben de elim yağlı, arayan bi daha arar nasıl olsa diyecem, pis elimi cebime sokmayacam, o telefon öyle çalacak çalacak ve susacak. ve de susacak yani... veya belki sevgilimle oturuyorum, ağzıma 2 patates attıktan sonra onu öpesim geldi, bıyığım ketçap olmuş, öyle de öpülmez hatun kişi. napcam? mecbur vazgeçiyorum öpmekten. hayvan gibi yemeğime odaklanıyorum. hani çünkü 1 peçeteyle bu kadar iş idare edilemez. ketçapı sil, yağı sil, eli sil, ağzı sil. kurtarmaz hacım.

işte sen bu peçeteyi 1 tane vererek beni yemek boyunca geriyosun. bi de bence çok büyük bencillik yapıyosun. bencilliklerin içinde bence en pisini. Üç yaşındaki bir çocuğun, oyuncağını başka bir çocukla paylaşmaması gibi değil yani. baya büyük bi hayvanlık yapıyosun çok afedersin.

hem peçete dediğin nedir ki? peçetedir en nihayetinde. 3 kuruş şey. ver oradan bi tomar gitsin, benim de kafam rahat olsun. hayret bi'şeysin. muhtemelen de elinin altındaki en ucuz şeydir he peçete. tabiiii sen bu bencillikle o peçeteden ucuza geliyosun benim gözümde orası ayrı.. (çok mu ağır oldu le?)

9 Eylül 2010 Perşembe

liderlik.

liderlik, işler yolunda gitmediğinde bir adım öne çıkıp gerekeni yapmaktır.

bazen karanlığa gömülmüş bir milleti elinden tutup, aydınlığa çıkarmaktır. yoktan var etmek, kimliğini yeniden kazandırmaktır. 

bazen maçı kaybetmekte olan bir takımda gereken sorumluluğu alıp, mücadeleyi sonuna kadar sürdürmektir. takım arkadaşlarına yol göstermektir. bazen o son topu kullanmak, bazen kritik anda düzgün vuruşu yapmaktır.


bazen işlerin kilitlendiği bir projede, her kafadan bir sesin çıktığı ortamda son sözü söyleyip, işe yön vermektir.

ve bazen de bir yaz günü iftara yarım saat kala binilen, tek bir oksijen molekülünü 3 kişinin ortaklaşa kullandığı, klimanın da kapalı olduğu, tıklım tıklım bir metrobüste gereken iradeyi gösterip ''şoför bey, klimayı açabilir misiniz lütfen?'' demek, onlarca yolcuyu boğulmaktan kurtarmaktır.

teşekkürler güzel abla'm. bizi kurtardığın için. bizim yapamadığımızı yaptığın, nefes almamızı sağladığın için. gözümsün. idolümsün.

6 Eylül 2010 Pazartesi

''herkesin hayatına kimse karışamaz''

sıkıldım artık. sokağa çıktığımda, görmekten bıktım. gözlerim yoruldu. günlük yaşamda, cümle içinde evet / hayır demek istemiyorum artık. bundan böylesi referandom'a kadar başımı sallayacağım yukarı-aşağı veya sağa-sola eksenlerinde. o kadar tiksindim. bitaraftı, bertaraftı derken, her taraf oldu evet! - hayır!. bi yeter lan.

zaten evet de desem, hayır da desem, giren çıkan yine bana olacak. ne kasıyosunuz bu kadar. böyle böyle referandum yapcaz, 10-12 tane (artık kaçtaneyse) madde soracaz, evet veya hayır diyeceksiniz, - kaldı ki mantık hatası burda başlıyo, 10-12 tane şeye ortak olarak evet - hayır demek, bence saçmalıkların daniskası - deseniz de olur. bu kadar özelimize niye giriyorsunuz? ( özelimiz dediğim de gözümüz he, organ yani, gözümüze gözümüze sokuyolar eveti-hayırı)

 hadi onlar gözümüze sokuyolar. bi de asıl bi sürü keko çıkıyo, benim oyum ''evet'' çünkü elemterekefiş, benim oyum ''hayır'' çünkü kemgözlereşiş diye açıklama yapıyolar. nereden çıktı bu renk belli etme sevdası ben anlamadım. kim diyo bunlara, söyleyin diye. benim oyumdan sana ne, senin oyundan bana ne. pazar sabahı alırsın mühürü, önce mürekkebe abanırsın, sonra pusulanın hangi yarısına basacaksan basarsın, biter gider. 

hem sen ünlüysen, ben de ünlüyüm kendimce. aile içinde baya ünlüyüm mesela. sorsan bilirler hemen. ben belli ediyom mu rengimi. bak kaç satır yazı yazdım var mı herhangi bi renk. yok. (yani kontrol ettim, olmaması lazım) 




bi de mesela şu var ki, siz ne derseniz deyin; herkesin kime ne oy vereceği belli zaten. sizi dinleyip de, ''adam haklı beyler'' diyen yok. toplum olarak bizim için siyasetin futboldan farkı yok. nasıl futbol, basketbol taraftırlığı yapıyosak, siyasi partiler için de öyle taraftarlık yapıyoruz. ''eeey goçum yürü beeeeee!'' dememizin, seçimlerde falan meydanlarda toplaşıp ''yaşasın çokhoşpartiiiiiiii!!'', ''var olsun güzelpartiiiiiii!!'' diye bağırmamızın başka izahı da yok zaten. gerçi sizin de bunun farkında olduğunuzu biliyorum. sizin de tribün lideri gibi konuşmanızın sebebi bu olsa gerek.

neyse işte, uzun lafın kısası; ''benim yorumlamam budur''. keşke bizi rahat bıraksanız ama işte, hayat..

5 Eylül 2010 Pazar

mini devriye.

oha dedim görünce. hem de bi kere değil, dört-beş kere dedim. istiklal'de oha diye diye yürüdüm. yurdum polisini mini cooper'la devriye gezerken de gördüm ya, daha da görecek bi'şeyim kalmadı diye düşündüm. memleketin mini cooper'ı devriye oto'su yapacak gücü var da bizim niye haberimiz yok dedim. ulan öyle devriyeye ben de polis olurum dedim.

      













daha ağır da konuşacaktım da tuttum kendimi. dedim belki şimdi işin aslı başkadır, elin günahını alma, çok yazmasın. iyi de yapmışım. meğersem de işin aslı başkaymş cidden.

istiklal zor mekan, daracık daracık sokaklar, bisürü de insan; pratik olsun, manevrası guvvetli olsun, bastı mı da gitsin diye ''Borusan Holding'' hediye etmiş 3 tane mini'yi. bu hamlelerini takdir ediyorum. yakışmış istiklal'ime diyorum. rengarenkti, daha da renkli olmuş, ortama hava katmış diyorum. zaten mini'yi de seviyodum, istiklal'i de. bu buluşmayı da ayrı bi sevdim.

işin aslını öğrendikten sonra değişmeyen tek şey: ''ulan öyle devriyeye ben de polis olurum.''

4 Eylül 2010 Cumartesi

sosyal içerikli mesaj.




e doğru tespit.

çete.



çete misiniz olum siz?!?

''basına saldırı. fotoğraf makinelerimizi kırdılar..'' =P

sıpalar.



''n'oluyo ki orada?'' mezvuu.

her ne kadar günlük yaşamda bu bakışların hayatı felç edişini sevmesem de, bu sıpalar hoşuma gitti..

2 Eylül 2010 Perşembe

büyük sümüklü böcek,ben.

bı ne yaaa. bı ne yaaa. bu kadar hapşırmak olur mu? insan evladı hapşırmaktan yorulur mu? valla kondisyon lazım adama hapşırmak için. sabahtan beri hapşırdığımın sayısı kaç oldu kim bilir. evdekiler her hapşırdığımda ''çok yaşa'' deselerdi - ki onlar da demekten sıkıldı tabi - bugün ömrüme ömür katardım, yazılmışından 20 sene fazla yaşardım. bu çıkarımı da nereden yaptım, bakınız şuradan yaptım: '' bir şeyi 40 kere söylersen olur '' söz dizisinden.

niye hapşırdığımı ise hiiiç bilmiyorum. hasta değilim sanırım. hasta gibi bi halim yok. alerji diyecem, neye alerjim var onu da bilmiyorum. ama gene de alerjiye bağlamak en mantıklısı.

yaza alerjim var diyecem, kendisine karşı çok ayıb olacak ama bütün yazlarım böyle geçiyo. böyle temmuz ortası falan, fethiye'de tatildeyiz mesela, kah ölüdeniz kıyısında, kah bir tekne vasıtasıyla göcek koylarında, elimde sümüklü bir mendille, yarı çıplak denize giren bi adamım ben. kesinlikle beni ben yapan da bi'şey bu. çünkü başka kimseyi görmedim öyle. ölüdeniz'de 15 milletten insanla birlikte yarı çıplak denize giriyosun, kimsenin elinde öyle sümüklü mendil görmedim şahsen.

yok yok, ben gene de ''yaza alerjim var'' demeyeyim, vallahi ayıb olur. hem zaten küreselin de ısındığını düşünürsek böyle bi alerji beni hayli yıpratır. benimsemiyorum bu alerjiyi. tamam, yaza alerjim yok.

peki o zaman benim neyim var? yani mesela naftalinin beni benden aldığını biliyorum. o meret kokmaya görsün. dağılıyorum. naftalinli havayı solumak, eylem yapıp biber gazı yemekten daha kötü bence. yazlık-kışlık geçişlerinde açılan bazadan yayılan naftalin kokusu, benim en büyük kabusum. hadi en büyük olmasa da, onun bi küçüğü.

veya yine gidiyosun yazlığa; yastık kılıfı, çarşaf falan dolapta beklio seni, naftalinli de bi ortam tabi dolabın içi. ben yatıyorum o yastıkta. her gece ''refresh'' yiyo haliyle bu durum. yaz tatilimde her sabah güne hapşırarak başlıyorum. ama naftaline alerjim var da denmez. sonuçta hangimiz biraz naftalin yüzünden hapşırmıyoruz ki? bence karabiber gibidir biraz. yemeğe konmaz ama hapşırtır o da.

eneeee. şimdi aklıma geldi. belki de alerjim yoktur hiç. sadece gece kıçım açıkta kalıyordur, üşüyorumdur da ondandır bunca hapşırmak. bak böyle güzel oldu bu iş. böyle olması içime sindi. alerji zaaf çünkü. zaafım yokmuş benim. sadece pike ufak geliyormuş. ben onu bi kontrol edeyim..

- o değil de eylemin adı ''hapşırmak'' imiş. ben ''hapşurmak'' yazdım google'da, ukalaca uyarıyo ya o köftehor; ''bunu mu demek istediniz ki siz acaba? diye, düzeltti beni gene öyle. tdk'na da baktım, hapşırmak imiş hakket. bunu öğrendikten hemen sonra düşündüm bi. hapşırmıyoruz ki olum biz, hapşuruyoruz. ''hapşıııııııııı'' diyenini duymadım ben. hem zaten zor. dene bak. ''hap'' hecesinden sonra, ağzını ''şııııııı'' hecesine döndürmek zor baya. bi de düşün bu hece basınçlı bi şekilde çıkıyo dışarı. valla zor. ''hapşuuuuu'' demesi kolay. hem hapşu da demiyoruz bence. bayan kısmı böyle kibardan, ''eşyuuuu'' diyo, daha kibarı var mesela ''işyuuuu'' diyo -(bkz. ingilizce kelime: issue), erkek azmanı da mesela ''öeeşhööö'' diyo. tırnak içindekileri bi sesli tekrarla, beni anlayacaksın. gene de anlamadıysan, senin canın sağolsun. -

28 Ağustos 2010 Cumartesi

test yayını.

test yayını:

şüphesiz,ortalamabirinsandanfarksızolaraksevdiğimvesevmediğimşeylermevcut.azsevdiklerim,çok
sevdiklerim,azbirazsevebildiklerim,hiçsevemediklerim..bubaşlıklarıiçeriğişuanpekdemühimdeğil.

şuansöylemekistediğimşey,''tahammülbileedemediklerim''başlığı
altındatoplananmaddelerinbelkideenbaşında-evetbirazsapıkçaama-bağlaçolan''de,da''nınvesorueki''mı,mi''ninkelimeyebitişikyazımınıngeldiğidir.benceçokantipatik.dayanamıyorum.
öyleyazılmışcümleyiokuyamıyorum.neyapayım,benböyleyim.

benistiyorumkiobağlaçolan''de''ilebulunmahaleki''-de''arasındakifarkbilinsin,bunaözengösterilsin,
bencümleyiokurkenanlamınauygunolarak''buşimdidahianlamındakimioldu,bulunmaanlamındakimi
oldu?''diyeekstradüşünmeyim.cümledekiifadeyinetalayım.

yanibenceçokbişedeistemedimgibi.hadibağlaçolan''ki''şirkettenolsun.o zor.onagözyumarım.hadiseninkarakaşına,karagözüne,güzelhatrınasoruekidebendenolsun.ama
kralıolsan,bağlaçolan''de''yiayrıyazacaksınaga.istirhamediyorum.


metnin okunaklı olan yazımı:

şüphesiz, ortalama bir insandan farksız olarak sevdiğim ve sevmediğim şeyler mevcut. az sevdiklerim, çok sevdiklerim, az biraz sevebildiklerim, hiç sevemediklerim.. bu başlıkların içeriği şu an pek de mühim değil.

şuan söylemek istediğim şey, ''tahammül bile edemediklerim'' başlığı altında toplanan maddelerin belki de en başında - evet biraz sapıkça ama - bağlaç olan ''de,da'' nın ve soru eki ''mı,mi'' nin kelimeye bitişik yazımının geldiğidir. bence çok antipatik. dayanamıyorum. öyle yazılmış cümleyi okuyamıyorum. ne yapayım, ben böyleyim.

ben istiyorum ki o bağlaç olan ''de'' ile bulunma hal eki ''-de'' arasındaki fark bilinsin, buna özen gösterilsin, ben cümleyi okurken anlamına uygun olarak ''bu şimdi dahi anlamındaki mi oldu, bulunma anlamındaki mi oldu?'' diye ekstra düşünmeyim. cümledeki ifadeyi net alayım.

yani bence çok bişe de istemedim gibi. hadi bağlaç olan ''ki'' şirketten olsun. o zor. ona göz yumarım. hadi senin kara kaşına, kara gözüne, güzel hatrına soru eki de benden olsun. ama kralı olsan, bağlaç olan ''de'' yi ayrı yazacaksın aga. istirham ediyorum.

yazarın notu: başlığın ''test yayını'' olmasının nedeni gerçekten de yazının bir test yayını içermesidir. ve de teste tabi tutulması gereken şey; metnin 2 farklı biçiminin okunuşlarıdır.

evet sanırım manyağım çünkü nelerle uğraşıyorum. ama vallahi de billahi de, yeminlen söylüyorum ben bu yazım şeysine gıcık oluyorum. dediğim gibi; ne yapayım, ben böyleyim. öyle belirtmek istedim.

17 Ağustos 2010 Salı

into the wild.

üniversiteyi bitirdikten hemen sonra, rahat ve konforlu yaşamını terk ederek doğaya meydan okumak ve özgürce yaşamak için tee amerikalardan tee alaskalara dogru yollara düşen Christopher'ın gerçek hikayesinin anlatıldığı, filmi izleyen herkesin mi bilmem ama en azından benim düşüncelere dalmama sebep olan, hadi filmi geçtik diyelim, -eddie vedder'ın emeğine sağlık, +rep - her gün defalarca dinlediğim ve sıkılmadığım süper bir soundtrack'e sahip, ''ölmeden önce izlenmesi gereken filmler'' gibi bir sınıflandırma ismi hoşuma gitmese de o kelimelerle ifade edilebilecek bir önem seviyesine sahip olduğunu düşündüğüm bir filım ''into the wild''.

esasen benim söyleyeceklerim filmle ilgili şeyler değildi. ''teşbihte hata olmaz'' diyerek bu başlığı kullandım ve bu başlığı kullandığım için de telif hakları kapsamında - ki sanmıyorum 2 satır yazdım diye yırtmış olayım - filmden kısaca bahsetmek istedim.

benim ''into the wild''ımın konusu; stajını bitirdikten hemen sonra rahat ve konforlu pansiyon odasını terk ederek istanbul'a meydan okumak ve vahşice yaşamak için manisa'dan dönen memre'nin gerçek hikayesidir.

manisa alınmasın ama istanbul'dan sonra her yer küçük şehir bana. ve eğer küçük şehrin cazibesi varsa, bence çok cazip.

şehrin en dışından en merkezine 10 dk'da gidebilmek bence çok şeker. hele istanbul gibi 10 merkezli bir şehirde yaşayan ve bu merkezler arası ulaşım min. yarım saat süren bir birey için tam anlamıyla; bittikten sonra içinden sakız çıkan şeker gibi bi şeker.

haftasonları izmir'e gittim mesela, manisa'daki pansiyondan çıkıp izmir bornova'da inmem 40 dk falan. bu süre allahın her iş günüsü bindiğim metrobüsün zincirlikuyu - avcılar arasını katetme süresinden 2-3 dk az. birinde manisa'dan izmir'e gidip şehir değiştirirken, metrobüsle sadece aynı şehirdeki okuluma gidiorum. şükürler olsun ki şehir dışında bir üniversite kazanmamışım..

ulaşımın süresi bir yana içeriği de bi ayrı şeker. manisa'da ulaşımı dolmuşa bağlamışlar, her yere girip çıkıyo köftehorlar. tek kötü yanı 3 metre de gitsen, bütün kenti tavaf da etsen aynı parayı veriosun. tabii mesela bir istanbul'lu olarak bunu kabullenmem de uzun sürdü. aynı parayı verdiğimi fark etmeden her seferinde ineceğim durağı söylerek uzattım parayı, başka yolcular '' şunu uzatır mısınız'' dediğinde onlara da sordum ''neresi?'' diye ''ben manisa'lı değilim'' şeklinde bağırırcasına. allahtan hepsi şeker insanlar da ''sana ne lan'' demediler..

bu ''manisa'lı değilim'' olgusu benim kafamda da mevcut tabii. mesela dolmuşun bütün oturma kapasitesi doluor, ben kendimi o dolmuşa ait hissetmediğimden, ''ulen bi dahaki durakta binen olursa ayakta kalacaz iyi mi, manisa'da bile ayakta gitcen rezilliğe bak..'' düşüncelerine sahip olmaya başlıyorkene, hop bi sonraki durakta dolmuşun yarısı iniyor, binenler oluyor ama ayakta kimse kalmıyor. ve bence mucizelerin en büyüğü gerçekleşiyor. yine bir metrobüs talihlisi olarak istanbul'da yapmadığım tilkilik, yemediğim nane kalmadı çünkisi. omuz çıkarmalar, itmeler, kapıyı elle engellemeler falan binerken yaptığım ayılıklar, bi de seyahat halinde yaptığım; uyuma numaları, ''ayağım ağrıyo çok fena'' taklitleri, ''kitap okuyodum, görmemişim'' sinsilikleri var ki, bu yollara başvurmadan oturarak gitmek bence, bittikten sonra içinden sakız değil çikolata çıkan bir şeker gibi şeker, daha bi güzel.

ulaşım bi yana asıl olay insanlıkta. belki de ilk defa ''vahşi doğada hayatta kalmaya çalışan bir memeli hayvan gibi değil de bir insan gibi'' hissettim oralarda. ilk görüşte gözler birbirine aşina oluyor zaten, ikinci görüşten itibaren de ''günaydın'', ''iyi akşamlar'', ''nettin'' gibi temel iletişim cümlelerinin kullanımı başlıyor. böyle arkadaşlarımız var anlatan, yok efendim almanya'nın şu kentinde kaldım, işte herkes birbirine ''günaydın'' diyo, yok yok ''guten morgen'' diyo hohohohohhoho, yok azizim ispanya'nın şu semtinde herkes birbirine sarılıyo falan..manisa'da da oluyomuş işte, muhtemelen de istabul'dan başka her yerde de oluodur yani..

bi de şöyle bi'şey oldu bi gece: ortalama bir günde; pansiyondaki müdürlerle selamlaşıyorum, işe gitmek için bindiğim servisin şöförüyle selamlaşıyorum, o servisi beklerken diğer bekleyicilerle selamlaşıyorum, işe gidiyorum 100 tane adamla, bazen aynı adamlarla mesai boyunca 100 kere daha selamlaşıyorum, işten dönerkenki diğer servis şöförüyle, marketin kasiyeriyle selamlaşıyorum, kısaca uçan kuşa selam veriyorum. bunun sonucunda manisa'daki 4. gecede beynim iflas etti. gece yattım, tam uykuya dalmak üzereyim, rüya gibi de değil de halüsinasyon gibi, çünkü tam uyku modunda değilim, ''halüsinasyonum''da birine selam verdiğimi gördüm ve selam vermek için başımı yukarı aşağı salladım yattığım yerde. bunun akabinde de dehşet içerisinde yataktan zıpladım. gerçekten korkmuştum. alışık değil bünye, yapacak bi'şey yok.

neyse efendim bu yazı uzayıp gidecek, 2 gram okuma hevesiniz varsa o da kaçacak, o nedenle kendime ''özet geç piç'' diyorum ( inci'ciler kızmasın) ve toparlıyorum; kesinlikle manisa, istanbul ile kıyaslandığında ''looney tunes'' veya teletabilerin o dünyasından farksız geldi bana. inanılmaz dostane yaklaşımlar, yaşanan ilginç dialoglar, tabii ki benim bahtsızlığımın da payı olan sıradışı olaylar ve'sairesi. bu nedenle tekrar istanbul'a alışmak ve burada hayatta kalmaya çalışmak gözümü korkutuyor.

manisa'ya gittim diye hacı olmadım ama değişik bir sosyal paylaşım gördüğüm ve farklı tecrübeler kazandığım aşikar.

bu kazandığım tecrübeler ışığında, istanbula da otobüsle gelmiş olmama rağmen sembolik olarak haydarpaşa'ya gitmeyi ve '' güçlendim ve seni yenmeye döndüm istanbul'' diye bağırmayı düşünüyorum. ne var ki istanbul'un da bana '' o laflar boy boy..'' dediğini duyar gibiyim..




6 Ağustos 2010 Cuma

başlarken

zor şey imişsin sen blog işi. adeta macera oldun bana. ''neden benim de bir blogum olmasın ki?'' dediğime pişman ettin beni. hadi ''olsun'' demesi kolay oldu da, ya sonrası? kolay dediğime de aldanma, o bile aylar sürdü. ''yazacam da n'olacak?'', ''benim düşündüklerimden, yazacaklarımdan kime ne?'' gibi saçma sapan düşünceler, ''benim de bir blogum olsun'' dememi hep geciktirdi. bu düşüncelerin ''şu anda 70 milyon bizi izliyor'' kavramı ile aynı saçmalıkta olduğuna karar verince, isim bulma aşamasına geçmiş oldum.

bu aşama daha da zor oldu. çünkü asla basit düşünmeyiz. en basiti, en zor yaparız. türlü türlü kelime oyunları mı yapmadım; ingilizce, almanca, hatta ispanyolca kelimeler mi denemedim; g.tümden kelimeler mi uydurmadım.. hepsini yapmama rağmen bir türlü ''uygun'' cevabını alamadım. bi sürü işi gücü bırakıp saatlerce bunlarla uğraştıktan sonra yaptığım en doğru hareket, bu işin ehline danışmak oldu. büyük üstadın 10 dk'lık ''brainstorm'' u sayesinde isim aşaması da sonuca bağlanmış oldu. kendisine buradan saygılarımı sunarım.

bir sonraki aşama tasarım aşamasıydı ki, bu en kolayı oldu.

ve sonunda geldik en zor kısmına; ''ilk yazı''.

dünya kadar şey hakkında fikir sahibi olduğumu düşünsem de, şu sıralar yalnızlıktan sıkılmış bir halde deli gibi paylaşım ihtiyacı duysam da, şu ilk satırları yazmaya başlamak gerçekten zor oldu.
öyle ki sayfamda olması gereken tek şey bir ''yazı'' iken, yazı dışında her şeyi ayarladım. mevcut olmayan yazılardaki mevcut olmayan müzik paylaşımlarını çalması için bir media player ve görsel bir takvim, sayfa üzerindeki yerlerini aldılar.

bir haftalık bir hazırlanma ve bekleme sürecinin ardından, artık yazmayı ertelemeye yüzüm kalmayınca, ben de kendi kendimi gazladım, sırtımı sıvazladım, aslan/kaplan olduğumu düşündüm ve ilk adımı attıktan sonra gerisinin geleceğine de inanarak derme çatma da olsa bir-iki satır bir şeyler yazmaya karar verdim.

sonuç olarak; başlamak ne kadar zor olsa da, yazmaya alıştıkça coşacağıma inanıyorum.

siftahı benden, bereketi Allah'tan.

görüşmek ümidiyle..